Prens Prospero, Poe'nun kuzguni mürekkebinde nasıl boğuldu

​Edgar Allen Poe.
​Edgar Allen Poe.

Edgar Allen Poe’nun hayatı bir müzik olsaydı, Mozart’ın Requiem in D minör’ü olurdu. Kendi yaşamını ve ölümünü içinde taşıyan bir tohumun melankolisi ile serpilmiş bir incir ağacı. Yaylı çalgılardan süzülen bir ağıt. Bu ağıt ölüme değil yaşama dair olurdu elbette. Dünya hayatının envaiçeşit meşakkatinin notalara döküldüğü bir keder nehriydi o; çağlayarak ve taşlara çarparak akan ama asla yılmayan.

Edgar Allen Poe’nun kısacık yaşamı, dehasının parlak ışığını emen bir karanlıkla çevriliydi. 7 Ekim 1849’da öldüğünde, yaprakları dökülmüş ağaç dallarından hüzünlü kuzgunlar havalandı mı? Bilemiyoruz. Ama yeryüzünde bıraktığı ayak izlerinin derin etkisini hâlâ edebiyat denen sanatta gözlemliyoruz. Dünya denen zindandan çıkıp gittiyse bile ardında bıraktığı eserler hâlâ okunuyor. Kayıp ve yüce kişiliği filmlere konu oluyor.

Epic bir şiire benzeyen ömrü, tuhaf dizelerle dokunmuştu. Üç yaşında yetim kalınca, tekinsiz dünyada bir başına yürümeyi öğrenmek zorunda kaldı. Yoksulluk ve yoksunluk içinde yaşadı. Dünya’nın bir zindan olduğunu daha o gün sezmiş olmalıydı. Tek çıkış kapısı ölüm olan bu zindanda yolunu kaybetmiş gibiydi. Bir penceresinden cennetin nurunun düştüğü, bir diğerinden cehennemin kızıl alevlerinin ışığının süzüldüğü garip bir yerdi dünya. Ve o yazmaya başladığı anda bu tekinsiz âlemin haritasını çıkarmaya başladı kelime kelime. Dehasından süzülen müphem hikâyelerinin ürkütücü kasveti ile karanlığın içinden çekip çıkardığı gün ışığı arasında gidip geldi çoğu zaman. Bir gece yürüyüşü gibiydi kaderi. Bu zifiri gecede şimşekler çaktıkça aydınlanan yolda yürüdü, yürüdü.

Yazarın ölümü ile ilgili birçok teori olmasına rağmen çoğu biyografi yazarının da hemfikir olduğu üzere, ölüm nedeni gibi son günleri de hâlâ bir muamma. Kendi ölümünün gizemi ile ürettiği edebiyat öylesine bütünleşti ki bu durum onu okurları için daha vazgeçilmez kıldı. Bir güz gecesinin sabaha kavuştuğu vakitlerde yaratıcısına kavuştu. Poe eserlerini yazarken ilahi kalem de onun kaderini yazıyordu. Onun bedbaht hayatı da eserleri kadar edebi bir başyapıttır.

1909 yılında D. W. Griffith tarafından çekilen Edgar Allen Poe adlı sessiz drama onun hayatına duyulan ilginin sinemadaki ilk yansımasıdır. Film o dönemde birçok kişinin ölümüne sebebiyet vermiş olan tüberküloz hastalığına yakalanmış eşi Virgina Clemm’in ölüm döşeğinde yaşadıklardan bir kesit sunar bize. Yazar onun yanıbaşındadır ve sevgili eşini teselli etmektedir. Derken pencereden içeri süzülen bir kuzgun yatağın yanı başındaki yazı masasının üstünde duran Pallas heykeline tüner ve Poe en büyük şiirlerinden biri olan “Kuzgun”u yazmaya başlar. Geleceğe dair umut doludur yaşamının olumsuzluklarına rağmen. Şiiri yayıncısına götürmek için evden çıktığında izleyici genç kadının sekerat anları ile baş başa kalır. Filmdeki en ilginç ayrıntılardan biri Poe’nun da Virginia’nın da arada küçük odanın penceresinden görünen göğü işaret edercesine kollarını gün ışığına uzatmalarıdır. Her ikisi de bu hareketi film boyunca yapar. İlahi bir iyimserlikle sarmalanmışlardır sanki. Poe coşkulu ve ümitvar şekilde geri döner. Elinde bir sepet dolusu yiyecek ve sıcacık bir battaniye ile. Battaniyeyi gururla eşinin üstüne sererken bir şeyi fark eder dehşetle. Genç eşi o yokken son nefesini vermiştir. Keder ve yeisle eşinin üstüne kapanır ve film biter. İnsan ruhunun acılarının birkaç dakikaya sığdırılmış hâlidir bu film.

Edgar neredesin şimdi? Al Araf şiirinde de -ki bu şiiri Kur’an-ı Kerim’deki A’raf suresinden esinlenerek yazmıştı- hissedildiği gibi, o hem cenneti hem cehennemi hayal etti yaşadığı süre boyunca. Şimdi de hem cehennemi hem cenneti görebiliyordur eminim ki. Tıpkı yaşarken dilediği gibi, çünkü o artık her iki diyarı da temaşa edebilecek bir araf ehli.