24 saatliğine padişah olan kadınefendi

Kadıefendi
Kadıefendi

Cariye kökenli olup ailesi nadir bilinen padişah eşlerinden Müşfika Kadınefendi'nin hikayesini Derin Tarih genel yayın yönetmeni Mustafa Armağan yazdı.

Şöhreddin Ağa hasta padişahın iste­diği kahveyi tepsi içinde dikkatle getirdiğinde içeride buz gibi bir hava esiyordu. Sabık Sultan Abdülhamid, sevgili eşi Müşfika Kadınefendi'nin koluna dayanarak güçlükle otu­ruyordu. “Ver kahveyi, içeyim" dedi. Bir yudum içti. Ardından sanki öleceği içine doğmuş gibi odadaki kadınlarla teker teker vedalaşmaya başladı.

Önce eşinin avucunu öperek “Allah sen­den razı olsun" dedi. Sonra Saliha Naciye hanımın elini tutarak “Hakkını helal et" diye ve­dalaştı. Ayak ucunda elpençe divan duran sadık Gülşen Kalfa'ya da “Kızım, Allah senden de razı olsun" dedikten sonra ikinci yudumu içmek üze­re fincanı dudaklarına götürdü. Ancak tam o sıra­da kahvenin eşinin avucuna döküldüğü görüldü. 76 yaşındaki o yorgun baş yüksek sesle “Allah" dedikten sonra Müşfika'sının koluna yığılmıştı.

Günlerden 10 Şubat 1919 Pazardı. Yaklaşık 9 yıldır tahttan uzaklaştırılmış bulunan Sultan II. Abdülhamid Han'ın son sözü “Allah" olmuş ve son nefesini eşinin kucağında vermişti

Sultan Abdülhamid’in son sureti Müşfika Kadınefendi eşinden kalmış olan çinili sobanın başında harem oturuşu (eller dizde) pozisyonunda (sağda).
Peki kimdi Sultan'ın son 20 yılını beraber ge­çirdiği bu Müşfika Kadınefendi?

Abaza beylerinden Ağır Mahmud Bey ile Emi­ne Hanım'ın kızıdır. Asıl adı Ayşe olup kendisin­den bir yaş küçük Fatma adlı kızkardeşiyle ken­disinden 7 yaş büyük Şahin adlı ağabeyi vardır.

Mahmud Bey 93 Harbi'ne gönüllü giderken ailesini Hüseyin Vasfi Paşa'ya emanet ediyor. Paşa'nın eşi Bezminigâr Kalfa bir gün Sultan Abdülaziz'in annesi Pertevniyal Valide Sultan'ı ziyarete gittiğinde onları da yanında götürüyor. Valide Sultan kızları beğenip yanında alıkoyu­yor. Onun ölümünden sonra kızlar Dolmabahçe Sarayı'na geliyor. Bir muayede (bayramlaşma) sırasında harem dairesine geçerken Sultan Ab­dülhamid tarafından görülüp Yıldız Sarayı'na alınıyor.

O artık haremdedir.
Mavi gözleri, altın rengi saçlarıyla göze girmiş, baş ikballiğe yükselmiş ve sonunda 4. Kadınefen­di olarak Padişah'ın eşleri arasına girmiştir. Per­tevniyal Valide Sultan küçükken kendisine “Des­tiper" ismini vermişti. Nikâhtan sonra ise Sultan Abdülhamid ismini Kur'an-ı Kerim'e bakarak bul­muş ve tefeül sonucu açtığı sayfada şefkat ile ilgi­li bir kelime geçtiğini görünce Müşfika koymuştu adını. Hanedan ülkeden çıkarılıncaya kadar unva­nı Müşfika Kadınefendi olarak kalacaktır.
Serencebey Yokuşu No: 53

Müşfika Kadınefendi, hakkında en geniş bilgi­miz olan Padişah eşidir. Bunun birkaç sebebi var.

İlki, uzun bir ömür yaşamış ol­ması. (Düşünün, benim gibi Cumhuriyet'in 38. yılında doğmuş biri bile onunla 6 ay bu fani dünyada bir­likte nefes alıp vermiş­tir.) 1961 Temmuz'una kadar yaşamış, bu da onun birçok kişiyle gö­rüşmesine imkân sağ­lamış, hatta TBMM'ye yazdığı ve kocasından miras kalan mallarını isteyen sert üsluplu di­lekçelerine varıncaya kadar hayatını etraflıca öğrenmemize yol aç­mıştır.

Benzersiz bir kaynak Sultan Abdülhamid ile Müşfika Kadınefendi’nin kızları Ayşe Sultan (üstte) harem hakkında değerli bilgiler ihtiva eden bir hatırat bırakmıştır. Solda hatıratın kendi el yazısıyla bir sayfası.
İkinci sebep, kızı Ayşe Sultan'ın (ö. 1960) babası­nı anlattığı Babam Abdülhamid adlı benzersiz ha­tıratında annesinden de genişçe bahsetmesidir.

Üçüncüsü ise kendisiyle sağlığında yapılmış bir söyleşinin yayınlanmış bulunmasıdır.

Böylece kısmen 'şanslı' bir Padişah eşidir. Aslında dünya hayatının olanca ihtişam ve se­faletini yaşamış ama ne varlığa sevinmiş, ne de yokluğa yerinmiştir. Evine gelen Hayat dergisi muhabirine aynen şunları söylediğini biliyoruz:

“Ben daima çok az yerim. Sabahları kalkınca, aç karnına mutlaka bir fincan adaçayı içerim. Bunun peşinden içine biraz kahve katılmış bir bardak sütle biraz peynir, bir ince dilim ekmek yerim. Öğle yemeğinde az, çok az haşlama et, bi­raz sebze, varsa az pilav veya muhallebi alırım. Akşam yemeklerim sadece yoğurttur. Midemde ekşime yapmaması için içine biraz şeker karıştı­rılmış yoğurdu yerim. Kırk yıldan beri akşam ye­meklerimin listesi değişmemiştir. Yalnız şekerli yoğurt."

Muhabir sormaya devam eder merakla:

“30 yıldır kapıdan çıkmadığınıza göre vücut hareketiniz çok az oluyor demektir. Hiç rahatsız­lık çekmiyor musunuz?"

Müşfika Hanım'ın cevabı, yanı başına astığı “Gönül tahtına senden özge sultân olmaya ya Râb" yazılı talik levhadaki sözleri selamlar gibidir:

“Namaz kılıyorum evladım. Beş vakit namaz beni hem Allah'ıma yaklaştırıyor, hem de sıhhat kazandırıyor. Namazdan iyi hareket olur mu?"

Muhabirin “Her şeye rağmen yaşamanın tadı­na doyum olmuyor, değil mi efendim?" sorusuna kadere boyun eğmiş kimselerin edasıyla cevap vermiştir: “Evet ama insan sevdikleriyle birlikte yaşarsa."

Abdülhamid'i kollayan bir çift mavi göz
Bakışları ufuklara da­lıp giden 90'ını çoktan devirmiş bu kadının Osmanlı tarihinde nadir görülen bir 'naibelik' olayının kahramanı olduğuna inanır mısınız?

İşte babası sarayda Mabeyn Mütercim­lerinden olduğu için bize haremin içinden mahrem bilgi sızdırabi­len yazar Nahid Sırrı Örik'in anlatımıyla Abdülhamid'in bir günlüğü­ne tahtı terk ettiği ve Müşfika Kadınefendi'nin onun yerine baktığı o ilginç olayın ayrıntıları:

1906 yılı Temmuz ve Ağustos ayları Abdülha­mid Han'ın bünyesinde ağır bir sarsıntıya sahne olmuş, şiddetli bir böbrek rahatsızlığı çeken Sul­tan bir defaya mahsus olmak üzere de 24 sa­atliğine bilincini tamamen kaybetmiştir. Bu, saltanatı boyunca geçirdiği hastalıkların en ağırıdır. Sonuçları itibariyle Abdülhamid'in bünyesi üzerinde sarsıcı bir tesir meydana getirmiştir.

Nahid Sırrı Bey işte o kritik günleri ba­basından dinlediği şekliyle bize şöyle anla­tıyor:

“Müşfika Kadın gece gündüz baş ucunda hizmet eder, hatta kuruntulu hükümdarın kuşkuya kapılarak bunları reddetmemesi için de gözü önünde bütün ilaçları (dokto­run sağlam bir kişi için bunların pek za­rarlı olabileceğini söylemesrine rağmen) tadarken, musahiplerin kitabet dairesin­den getirdikleri evrakı da kendisine imza ettirirmiş. Ancak son bir gün padişahın gücü buna yetmez olmuş ve nihayet kendini tamamen kaybederek evrak ve koca imparatorluğun dört bir köşesinden gelen istizanlar (olur kâğıtları) bi­rikince Yıldız Sarayı'nın en önemli ve birbirine rakip iki şahsiyeti birbirlerine güvenmedikleri için padişah haremine birlikte girmişlerdir."

Bu iki rakip, Başkâtip Tahsin Paşa ile Mabeyn­ci Şamlı İzzet'tir. Her ikisi de hareme girmiş, Müşfika Kadınefendi'yle görüşüp kendisinden talimat istemişlerdir. Müşfika Kadın ise “o anda belki bütün bir imparatorluğun geleceğine ege­men olmanın" bilincini duymuş ve “Durumu idare edin, efendimize hiçbir şey arz etmek elde değil. Aman dışarıya bir şey sızdırmayın" diye her ikisini de sıkı sıkıya tembihlemiştir.

Doktorlar neredeyse ümitlerini kesmek üze­redirler baygın yatan Padişah'tan. “Eğer bir ter gelmezse" demişlerdir, “ölüm kesin". Bunun ne denli ciddi bir uyarı olduğunun gayet iyi farkın­da olan Müşfika Kadınefendi'nin kulağına dışarı­da konuşulanlar da gelmektedir tabiatıyla.

Padişah'ın haremden çıkmadığı duyulmuştur bir kere sarayda. İçin için kaynayan dedikodular sarayın duvarlarının dışına kadar taşmış, habe­rin şehzadeleri üzmesini bırakın, Jön Türkleri bile hareketlendirmiş, hatta sevindirmiş, yaban­cı elçiliklerdeyse Abdülhamid sonrasının senar­yoları konuşulur olmuştur.

Müşfika Kadınefendi ise Kur'an okumakta, na­maz kılmakta ve dua etmekten bir an bile fariğ olmamaktadır. Efendisi ölürse kendisinin yaşa­ması ne anlam ifade edecektir ki?

Nihayet 24 saatlik baygınlığın sonuna doğru Padişah'tan müthiş bir ter boşanacak ve dok­torların dediği gibi kendisine gelecektir. Sultan gözlerini açtığında yanı başında o mavi gözleri görecek ve gülümseyecektir.

Kadınefendi bu özel anlarını ancak kendisini çok yakından tanıyanlara açacak, başkalarına dudaklarını fermuarlayarak tebessüm etmekle yetinecektir sadece.

“Efendim pek kıskançtı"
Ölene kadar dışarıya adım atmadan neredeyse 40 yılını geçirdiği ve 30 yıla yakın kızının bile yüzünü görmeden yalnız başına oturduğu Seren­cebey yokuşundaki ahşap evi ziyaret eden Nahid Sırrı bey, şu masumane soruyu sorar kendisine:

“Niçin hasretinizi gidermek üzere hiç değilse bir kere Avrupa'ya gitmediniz?"

Müşfika Kadınefendi'nin cevabı, haremin ina­nılması güç sadakat boyutunu bir fotoğraf acıma­sızlığıyla gözler önüne serecek yetkinliktedir:

“Efendim pek kıskançtı. Harem ağaları bile başlarını kaldırıp yüzümüze bakmaktan men edilmişlerdi. Avrupa'ya gittiğimi, yüzümü yaban­cı erkeklerin gördüklerini kabrinde hissederse güceneceğini, azap duyacağını düşündüm. Onun için de kalbime taş basarak yıllar yılı dâr-ı dün­yada tek evladımın hasretine katlandım!" (Nahit Sırrı Örik, Bilimeyen Yaşamlarıyla Saraylılar, Ha­zırlayan: Alpay Kabacalı, İstanbul 2006, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s.129.)

Ayşe Osmanoğlu Demokrat Parti'nin 1952 yı­lında çıkardığı kanunla Türkiye'ye giriş yapmış ve dosdoğru annesinin Serencebey'deki evine koşmuştur. 29 yıldır görmediği kızını kucakla­yan annenin daha tam hasret gidermeden bir iki dakika sonra yanından ayrılıp “İkindi namazını geçirmeden kılayım da öyle geleyim" dediğini bilenler anlatır.

Bu dahi bir harem kelamıdır. Tabii ki anla­yana…

Haremi oryantalist tablolardan seyretmek ye­rine gerçekçi fotoğraflardan 'görmeye' kendimi­zi alıştırmamız gerek vesselam.