Dersimle yüzleşmek neden önemli

Dersim
Dersim

Dersim 38’le yüzleşmek, özünde çeşitliliğiyle anlamlı ve değerli olan Türkiye toplumunu ‘medenileştirmek’ adına tektipleştirmeyi ve tanınmaz hale getirmeyi amaç edinmiş bir zihniyetle yüzleşmek demektir.

Dersim aslında, sadece Dersimlilerin değil, konuyla ilgili kişi ve çevrelerin de hep gündemindeydi. Yeni olan, Türkiye'nin gündemine, hemen herkesin kendisine ve çevresine “Nedir bu Dersim 38?” diye sorma ihtiyacını duyacak şekilde ağırlıkla girmesidir.

Onur Öymen'in CHP Genel Başkan Yardımcısı sıfatıyla 10 Kasım 2009'da Meclis Genel Kurulundaki konuşması, ilk defa bu denli yaygın şekilde kamuoyunun dikkatini Dersim üzerinde toplamıştı. Öymen, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın “Yozgatlı annenin gözyaşlarıyla Hakkarili annenin gözyaşları arasında ayrım yapamayız” şeklindeki sözlerine “Dersim'de analar ağlamasın denildi mi?” diye cevap vermişti.

Öte yandan CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün, 10 Kasım 2011 tarihli Zaman gazetesinde yayınlanan söyleşisinde 'malumun ilamı' olmaktan ibaret açıklamalar yapmış, Dersim katliamının sorumlusunun 'devlet ve CHP' olduğunu, olaylardan Mustafa Kemal'in de haberdar bulunduğunu belirtmişti.

Bu açıklama, Cumhuriyet tarihinin, Dersim'de yaşanan en kanlı gerçeğiyle yüzleşmesi adına hiç kuşkusuz olumlu bir rol oynadı. Ne var ki çok sayıda köşe yazarı ve tartışmacının konuyla ilgili görüşleri, bir tür bilgi kirliliğine ve beraberinde kafa karışıklığına da yol açtı. Bu yazıda bilgi ve görüş karmaşasını netleştirmeye çalışacağız.

Dersim 38'in 'kanlı' bir olay, dahası bir 'katliam' olduğundan herhalde kimsenin kuşkusu kalmadı. Ama “Dersim 38 bir isyan, yürütülen harekât da bir isyanı bastırma harekâtı mıydı?” örneğinde olduğu gibi, ortaya atılan sorulara verilen yanıtlar birbiriyle tutarlı olmaktan uzaktı. Şu bir gerçek ki, söz konusu olan bir 'isyan' dahi olsa, bu, yürütülen harekâtın tam bir katliam olduğu gerçeğini gölgelemez.

Üstelik kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden binlerce insanın öldürülmesinin 'meşru' ve 'kabul edilebilir' bir gerekçesi olmaz, olamaz. Bu nedenle “isyandı, değildi” tartışması, harekâtın sonuç olarak anlam ve niteliği üzerinde belirleyici bir önem ifade etmiyor. Fakat katliamın içyüzündeki korkunç zihniyetle bizi karşı karşıya getirmesi açısından, anlamı büyük…

İsyan mı, 'medenileştirme harekâtı' mı?
Dersim katliamı, hâlâ iddia edildiği üzere bir 'isyan' ve bunun sonucunda meydana gelmiş bir olay değildir. Dersim'in devletin gündemine girdiği tarih daha eskidir ve bunun en önemli kanıtları da dönemin devlet kurumları tarafından hazırlatılan Dersim raporlarıdır.

Bu rapor ve değerlendirmeler çeşitli düzeylerdeki devlet görevlileri (aralarında Başbakan İsmet İnönü, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, TBMM Başkanı Abdülhalik Renda ve Dersim'i çevreleyen illerin valileri de bulunmaktadır) tarafından hazırlanmış ve 'çözüm' önerileriyle birlikte devletin zirvesine sunulmuşlardır.

Olarak yer verdiğim gibi, Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey 1926 yılında hazırladığı ilk Dersim raporunda Dersim'i bir 'çıbanbaşı' olarak tanımlanmış ve şöyle demişti: “Dersim Cumhuriyet hükümeti için bir çıbanbaşıdır. Bu çıban üzerinde kesin bir ameliye yapmak ve elim ihtimalleri önlemek, memleket selameti için mutlaka lazımdır.”

Bu 'çıban' benzetmesini Hamdi Bey'den tam 10 yıl sonra Mustafa Kemal, meclis kürsüsünden yineleyecekti…

O dönemde hazırlanan raporların büyük çoğunluğu aynı içeriktedir. Diyarbakır Valisi Ali Cemal (Bardakçı) Bey, Genelkurmay Eğitim Dairesi Başkanı Korgeneral Ömer Halis (Bıyıktay) Paşa gibi meselenin daha 'ılımlı' önlemlerle halledilebileceğini düşünenlere verilen yanıt ise, “Dersimli okşanmakla kazanılmaz” şeklinde olmuştu.

Daha 1925 yılında Şeyh Said ayaklanmasını bastırarak özgüven kazanmış Genelkurmay'ın gündeminde Dersim bulunuyordu. Bu durum, Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayınlanan Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar adlı kitapta şu şekilde dillendirilmiştir:

“Cumhuriyetin ilanını takip eden senelerde özellikle Şeyh Sait ayaklanmasından sonra, diğer Doğu illeri ile beraber Dersim de önemle dikkate alınmış ve kesin ıslahat esaslarının tespiti için incelenmesine başlanmıştı. Keza Genelkurmay Başkanlığı da bu mesele üzerinde büyük bir ilgi ile durmuş ve muhtelif teşekküllerden aldığı raporları değerlendirmek sureti ile Dersim ıslahatının zaruri olduğu kanısına varmıştı. Neticede Dersim'in ıslahı esasları tespit edildi ve bu keyfiyet uzunca vadeli bir programa bağlandı”. (s. 373)

Mustafa Kemal'in 1934 yılında Trabzon'da istirahat ettiği günlerde Dersim'de planlanan askerî harekât için harita ve krokiler üzerinde kendi el yazısıyla yaptığı çalışmalar, halen Trabzon'daki müzede sergilenmektedir.

Mustafa Kemal'in 1936 yılında Meclis'in açılışı vesilesiyle meclis kürsüsünde yaptığı konuşmada Dersim'e özel bir önem verdiğini şu sözlerinden anlıyoruz: “Dahili işlerimizde en mühim bir safha varsa, o da Dersim meselesidir. Dahilde bulunan işbu yarayı, bu korkunç çıbanı, ortadan temizleyip koparmak ve kökünden kesmek işi her ne pahasına olursa olsun yapılmalı ve bu hususta en acil kararların alınması için, hükümete tam ve geniş salahiyetler verilmelidir.”

Birinci Meclis'e tam 6 mebus göndermiş olan Dersim, Cumhuriyet'e karşı 'örgütlü' veya 'organize' herhangi bir hareket içinde olmadığı gibi, aşiretlere dayalı sosyal yapısı nedeniyle kendi içinde herhangi bir siyasî iddia etrafında 'birlik' olmaktan da çok uzaktı.

Dersim'de 'isyan' oldu mu?
Bu kanıtlar, Dersim'de bir 'isyan' ya da 'kalkışma' olmadan devletin bütün dikkatinin Dersim'de odaklandığını ve bir 'çıban' olarak tarif edilen Dersim'in 'her ne pahasına olursa olsun' yok edilmesindeki kararlılığını bütün açıklığıyla ortaya koymaya yetmektedir. Dolayısıyla 1937 Mart ayı içerisinde tamamen 'lokal' bir olay olarak cereyan eden Pah köprüsünün yakılması ve aynı adı taşıyan karakola düzenlenen saldırının 'isyan' olarak nitelendirilmesi, bilerek ya da bilmeyerek gerçeği çarpıtmaya yönelik bir yaklaşımın ürünüdür.

Kaldı ki bu olayı 'isyan' olarak nitelendirenler, hem olayın içyüzündeki asıl nedeni (bir tecavüz olayı söz konusudur), hem de olayın ardından Seyit Rıza'nın büyük oğlu İbrahim'in barış elçisi olarak General Abdullah Alpdoğan'a gönderildiğini ve öldürüldüğünü nedense (!) görmezden gelmektedirler.

Bir başka husus da devletin 1937-38'de Dersim'e girip, otoritesini tesis edebildiğidir. Bu da doğru değildir. Zira harekâttan önce Dersim'de devletin otoritesi olmamış olsaydı, 1927 ve 1935 yıllarında Dersim'de herhalde nüfus sayımı yapılamazdı? DİE verileri, bu sayımlar sonucunda Dersim'de en ücra köylere dahi girilebildiğini ve kaç tane kör, sakat ve solak bulunduğuna varıncaya kadar son derece detaylı tespitler yapılabildiğini ortaya koymaktadır. Milli Mücadele'yi yürüten Birinci Meclis'e tam 6 mebus göndermiş olan Dersim, Cumhuriyet'e karşı 'örgütlü' veya 'organize' herhangi bir hareket içinde olmadığı gibi, aşiretlere dayalı sosyal yapısı nedeniyle kendi içinde herhangi bir siyasî iddia etrafında 'birlik' olmaktan da çok uzaktı.

Devlet otoritesini kabul etmiyorlarmış” iddiasının içyüzünde “asker olmuyor, vergi vermiyorlarmış” söyleminin bulunduğunu elbette biliyoruz. Ancak bu, Dersim konusunda en yaygın yanlış ve çarpıtılmış bilgilerden biridir.

Öncelikle şunu belirtmeliyim: 19. yüzyılın 2. yarısına değin Osmanlı İmparatorluğu'nun Dersimlilerden ve tıpkı onlar gibi genellikle kırsal kesimlere sığınmış olarak yaşayan Alevilerden asker olmasını istediği yoktu. Bunun nedenini anlamak için, tümüyle politik sebeplerle padişahların siparişleri üzerine verilmiş şeyhülislam fetvalarına bakmak yeterlidir.

Öte yandan Dersim'de çalışma alanı ve imkanlarının son derece sınırlı olduğu da (bugün bile öyledir) göz önüne alınacak olursa, Dersim raporlarında da sıkça belirtildiği haliyle yoksul Dersimlilerin vergi verme konusunda neden çok da istekli olmadığı daha iyi anlaşılacaktır. Yani ortada 'devlet otoritesini tanımamak' gibi bir 'tavır' söz konusu değildir.

Aslında harekât sanılanın aksine 1937'den önce, 'Tunçeli Kanunu' ile birlikte (1935) başlamıştır. Bu kanunun gereği olarak oluşturulan ve 'koloni valisi' yetkileriyle donatılan 4. Umum Müfettişlik, ilk iş olarak 1936 yılında aşiretlerin elindeki çoğu Osmanlı-Rus Harbi'nden kalma silahları toplamış, ardından da planlanan harekâtın şartlarını hazırlamaya koyulmuştur.

4 Mayıs 1937'de Mustafa Kemal başkanlığında yapılan ve Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'ın da katıldığı Bakanlar Kurulu toplantısı sonucunda alınan 'gizli' ibareli karar ile Dersim'e 'tenkil' emri verilmiştir. 1937 yılı sona erdiğinde Seyit Rıza ve 6 kişi asılmış, harekâta direnen aşiretlerin direnci tümüyle kırılmıştır. Ama “harekat bitti” diye düşünülürken, asıl katliam 1938 yılı boyunca yaşanmış, devlet güçlerine yardımcı olan köy ve aşiretler de dahil olmak üzere bütün Dersim kan gölüne çevrilmiştir.

“Mağaralara iltica etmişlerdi. Ordu zehirli gaz kullandı. Mağaraların kapısının içinden. Bunları fare gibi zehirledi. Yediden yetmişe o Dersim Kürtlerini kestiler. Kanlı bir hareket oldu. Hükümet otoritesi de köye ve Dersim'e girdi. Dersim böyle bitti.”

İhsan Sabri Çağlayangil'in bu sözleri, Dersim katliamının ne tür bir vahşet olduğunu anlamamıza yardımcı olan önemli tanıklıklardan biridir. Ama Çağlayangil'in “Bitti!” görüşünün gerçeği yansıtmadığı, günümüze miras kalan Türkiye tablosundan bellidir.

Medeniyet geliyor! Askerî harekâtı başarılı bir şekilde tamamlayabilmek için Munzur üzerine geçici bir köprü kurulup araç geçişi sağlanıyor. Medeniyet, Cumhuriyet’in ilanından 14 yıl sonra Dersimlilere yol ve köprü olarak geri dönüyor!
Dersim'de 'Beyaz Adam' mantığı
Dersim katliamına neden olan zihniyet, Türkiye'ye reva görülen 'medeniyet projesi' ve dayatmasıdır. Görmek, yüzleşmek gereken asıl olgu, budur. Ülkemizin etnik, dinî, kültürel çeşitliliğini dikkate almayan, dikkate almak ne kelime, yok sayan bu 'medeniyet' projesi nezdinde Dersim, 'olmaması gereken' bir realite idi. Bu itibarla 'çıban' ve 'çıbanbaşı' tespitlerinin tesadüfi olmadığını vurgulamak gerekir.

Herhangi bir 'yara' merhem sürerek veya benzer yöntemlerle tedavi edilebilir; ama çıbanın kesilip atılması gerekir. Bu, tipik bir 'beyaz adam' mantığıdır. Dersim'de sıradan insanlar katledildi, aynı zamanda bölgenin sahip olduğu kültürel ve sosyal zenginlik de yok edildi.

Dersim köylerine uçağından attığı bombalar nedeniyle İlk Türk Kadın Savaş Pilotu olarak ödüllendirilen Sabiha Gökçen, “Dersim harekâtı neden yapıldı?” sorusuna aldığı ideolojik eğitime uygun bir yanıt vermişti: “Atatürk'ün gayesi onların daha insanca yaşaması idi.”

Dersim 38 tartışmalarının yoğun olduğu günlerde İsmet İnönü'nün torunu Gülsün Bilgehan Toker de aynı yönde bir açıklama yapmıştı: “…Bence sonuca bakmak lazım. Sonuçta bugün Tunceli bölgesi en görgülü, en eğitimli, demokrasiye inanan insanlardan oluşuyor. Mesela sürgünlerden söz ediliyor. O sürgünlerde çok iyi yetişmiş genç kızlar var. Belki o bölgede, Orta Çağ şartlarında kalsalardı o aileleri kuramayacaklardı.” (Milliyet, 25 Kasım 2011)

Dersim 38'le yüzleşmek, özündeki çeşitliliğiyle anlamlı ve değerli olan Türkiye toplumunu 'medenileştirmek' adına tektipleştirmeyi ve tanınmaz hale getirmeyi amaç edinmiş bir zihniyet ile yüzleşmek demektir.