Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Millî İrade

Bu coğrafyada yönetenlerle yönetilenler arasındaki problem 19. yüzyılın başında kendini hissettirdi. Sanayi Devrimi'ni tamamlamış, yönetim anlayışında Kilise'nin boyunduruğundan kurtulmuş, hukukla beslenen seküler siyasal sistemlerle tanışmış Avrupa karşısında Osmanlı Devleti'nin askerî hantallığı, ekonomik zayıflığı aydınların dikkatini ister istemez Batı'ya çevirmişti. Yaşadıklarından farklı bir dünyadır bu.

Bu dünyada yönetim daha “katılımcı” ydı. Katılımcıların yetki ve hakları güvence altındaydı. Zihin ve ruhları “katılımcı yönetim anlayışı”nın teorik bilgi ve söylemleriyle beslenen aydınlar geri kalmışlığın nedenini yönetim anlayışına bağladılar. Tanzimat'la başlayan mücadele aslında “yönetimde söz hakkını ele geçirme mücadelesi”nden başka bir şey değildi. Osmanlı'nın geleneksel yönetim anlayışına itiraz edenler isteklerinin meşruiyet kaynağı olarak “halk”ı ve yönetimde var olması gereken “hakk”ını gösteriyorlardı.

Ancak 4 milyon km2 toprak ve 5 milyona yakın insanını yitirmiş, istiklalini zor kurtarmış, savaş artığı 13 milyon nüfusundan 8,5 milyonu kadın, geri kalanı yaşlı, sakat ve çocuklardan oluşan bir toplumla kurulacaktı yeni devlet. Bu, hiç kolay değildi. Nihayet dünyada geçerli olan “ulus devlet modeli”ni esas alan Cumhuriyet kuruldu.

Artık parlamenter sistemle, halkın özgür iradesiyle seçtiği temsilciler vasıtasıyla kendi kendisini yönetmesi söz konusuydu. Lakin bir gerçek ortadaydı: Nüfus eğitimsiz, aç ve perişandı. Karnını doyurmaktan, hayatını devam ettirmekten başka düşüncesi yoktu. Sistemin kuruluşuyla da, işleyişiyle de zihnen bile olsa ilgilenecek durumda değildi.

Evet,

ülkede bir Meclis vardı. Seçime benzer bir şeyler de oluyordu. Sandıklar kuruluyor, usulen oy da kullanılıyordu. Gelin görün ki, milletvekillerini Ankara'dan üç kişi belirliyordu. Bu meclisten bir başbakan ve bakanlar kurulu da çıkıyordu ama bunlar da bir kişinin tayiniyle mümkün oluyordu. Yani “Millî İrade”nin “M”si bile yoktu.


1950'lere gelinceye kadar resim kabaca şöyleydi: Adı Cumhuriyet olan bir sistem vardı fakat demokratik değil. Devletin kurumları ve yasaları var fakat bir hukuk devleti değil; çağdaş normlardan uzak, insan haklarına saygılı değil. Devlet millet için değil, millet bu yeni tasarlanan devlet için konuşlandırılmıştı.

1950'deki ilk gerçek çok partili seçimle Anadolu insanı demokrasinin bir yüzüyle tanışacaktı. Sistemin kurucu damarı ve ondan beslenen seçkin ve elitlerle Anadolu halkı, o günden bugüne sistem üzerinde bir kavga vermekte. Seçkinler kavgada pozisyonlarını kaybetmemek için her türlü yola başvurdular: Askerî darbelerden polis tüzüğüne benzeyen Anayasalara, millî iradenin önüne set olarak diktikleri anayasal kuruluşlardan “derin” yapılarla halkı kamplara bölüp birbirine kırdırmaya varan faaliyetlerle statükoyu 2010'lara kadar korumayı başardılar. Hedef, demokrasiyi önleyerek statükoyu devam ettirebilmekti!

60 yıllık bu mücadele, sistemi “tek partili baskıcı bir yönetim”den ancak “üçüncü sınıf bir demokrasi” seviyesine çıkarabilmişti. 1950'de başlayan serüvende demokrasi denilen “şey”e karşı statükoyu muhafaza etmek için onlarca ciddi, yüzlerce de tali “bariyer” konulmuştu.

1961 Anayasası'nın getirdiği MGK, Anayasa Mahkemesi, TSK İç Hizmet Kanunu ve 1980 darbesiyle bunlara eklenen anayasal kurumlarla tahkim edilen statüko, askerî ve sivil bürokrasiyle denetim altına alınan medya ve sermaye baronları, halkın yüzyıla yakındır hasretini çektiği demokrasinin önündeki en müstahkem bendleri oluşturdular.

Son yıllarda nihayet statükonun bendleri yıkılıyor ve millî iradenin kazanılması sürecinde önemli aşamalar kaydediliyor denilirken yeni bir seçim sandığını önümüzde bulduk. Bu bir yerel seçim gerçi; ancak 1946'dan bu yana halkın iradesini tecelli ettirme mücadelesinin bu defa nasıl şekilleneceğinin de bir karbon testi olacağı anlaşılıyor.

Bu vesileyle 23 Nisan 1920 ruhu ekseninde bir Milli İrade portresi çıkarmaya, ilk Meclis'in ruhunu ciğerlerimize doldurmaya çalıştık. O ruha çok ihtiyacımız var çünkü...