Talebelerinden Abdülkadir Badıllı açıklıyor: “Üstad’ın Şeyh Said Hadisesiyle ilgisi yoktur!”

Abdülkadir Badıllı
Abdülkadir Badıllı

Derin Tarih, Bediüzzaman ile sekiz defa görüşüp her bir görüşmeden sonra hapse düşen talebelesi Abdülkadir Badıllı ile ömrünü vakfettiği Bediüzzaman çalışmalarını ve Şeyh Said hadisesinin perde arkasını konuştu.

Bediüzzaman’ın hayatını anlattığınız 3 ciltlik eserde Şeyh Said meselesine geniş yer ayırıyorsunuz. Size göre bu hadise nasıl başlamıştı ve gayesi neydi?

Ankara hükümetinin Hilafeti ve Osmanlı Saltanatını ilga ile Lozan Antlaşması’nın şartlarını aynen yerine getireceği taahhüdü üzerine Şeyh Said Efendi şarktaki ulema ve meşayihten, ayrıca aşiret reisleri ve ileri gelenlerinden biat almak üzere Doğu ve Güneydoğu’yu gezmeye başlar. Herkesten biat aldıktan sonra bir heyet Ankara’ya gönderilir ve hükümete denilir ki: “Bizi Osmanlılar gibi dinî hayatımızla idare edecekseniz size bağlıyız. Aksi takdirde sizi tanımayacağız”.

Şeyh Said, gezisini sürdürürken o gün Ergani’ye bağlı Piran Köyü’ne (şimdiki Dicle kazasına) gelmiş. Ankara da onu takibe başlamış. O gün köyde bir düğün merasimi varmış. Bir üsteğmen, 4 jandarma eriyle birlikte köye gelerek düğün kalabalığı içinde bir iki firari mahkûm var diye merasimin havasını bozacak şekilde, zorbaca davranış ve tahakkümler göstermiş. Köyün ileri gelenleri ve o köyde ikamet eden Şeyh Said’in küçük kardeşi Abdurrahim, üsteğmenden ricada bulunmuş:

“Düğün neşemizi bozmayın, düğün merasimimiz bitsin, kendi ellerimizle mahkûmları size teslim ederiz, söz veriyoruz”. Fakat üsteğmen ateşe hazır olmak üzere jandarmalara “Mevzilenin!” emrini verince Abdurrahim ve birkaç arkadaşı erken davranarak ateş açmış; üsteğmenle jandarmalar ölmüş. Böylece Şeyh Said düşündüğü gezi programının üçte birini tamamlayamadan hadise patlak vermiş.

Sizce Şeyh Said meselesi Kürtçü- bölücü bir hadise mi, yoksa bu milletin dinine karşı yapılan tecavüzlere bir tepki hareketi mi?

Şeyh Said’in ve başından geçen hadisenin kesinlikle Kürtçülükle, bölücülükle alakası yoktur. Şeyh Said hadisesini -siyasî yaltaklanma içerisindeki eyyamcı tarihçiler gibimücerred bir Kürt isyanı veya ecnebî parmağı hesabına tahrikçi, bölücü bir oyuncak şeklinde anlayıp anlatanların sözlerinde tarihî hiçbir değer olmadığı kat’idir.

Zira hadise anlatıldığı şekilde Türklere karşı bir “Kürt isyanı” şeklinde gerçekleşmiş olsaydı 1. Cihan Harbi’nin hemen akabinde daha bir çok fırsatlar ellerine geçmişti. İngilizlerin İslam âlemini bölük pörçük etme planını her tarafta tatbike koydukları sırada Rusların da Ermenilere sûrî bir istiklaliyet (şeklî bağımsızlık) verdiği ve bazı Kürt reislerine aynı şeyin vaad edildiği bilgisi ortalıkta gezerken, yani zaman ve zemin müsaitken teşebbüs edilmiş olması icap ederdi. Halbuki bakıyoruz hadise, Cumhuriyet hükümetinin halkın fedakârlıklarıyla kurulmuş ve memleketin yabancı işgalcilerden temizlenmiş olduğu bir zamanda vuku buluyor.

Böylece Şeyh Said olayının seyri bize bildirmektedir ki, bu hareket sadece hükümetin çıkarttığı bazı kanunlara ve tutumlara karşı bir tepki, bir itiraz, bir direniştir. Çıkan kanunların kısmen dinî inanç ve akidelere ters düşmesine reaksiyondur.Böylece Şeyh Said olayının seyri bize bildirmektedir ki, bu hareket sadece hükümetin çıkarttığı bazı kanunlara ve tutumlara karşı bir tepki, bir itiraz, bir direniştir. Çıkan kanunların kısmen dinî inanç ve akidelere ters düşmesine reaksiyondur.

Mesela hangi kanunlar?

3 Mart 1924 tarih ve 431 sayılı kanun ile hilafetin ilgası mesela. Hem aynı tarihlerde veya sonraki senelerde Türkiye’nin birçok yerinde birçok insan hükümetin çıkartmış olduğu bazı kanunları dinî inanç ve akidelerine zıt görmüş. O yüzden birçok aile vatanlarını bırakıp hicreti ihtiyar etmiş (seçmiş). Daha önce de söylediğim gibi Şeyh Said hadisesi, bazı kanunlara karşı din ve akidesinin hassasiyeti hesabına gösterilen tepkiden başka bir şey değildir. Türke karşı Kürtlüğün bir hurûcu ise asla ve kat’a değildir.

Şeyh Said hadisesi vuku bulduğu sırada Bediüzzaman neredeydi?

Van’da, Erek Dağı’ndaki bir mağarada ibadet ve tesbihatla meşguldü.

Şeyh Said’in bu harekete destek olması için Bediüzzaman’a mektup gönderdiği doğru mudur?

Doğrudur. Üstad’a mektup göndermişti. Hareket patlak verdikten sonra artık Şeyh Said ister istemez hadisenin içine girmiş bulundu. Dolayısıyla kendisini dinleyenleri yardıma çağırmaya başladı. Tabii ki harp tekniğini bilmeyen köylü ve acemi halk kitlesi etrafına toplandı. Hükümet kuvvetleriyle yer yer bazı çatışmalar devam ediyordu.

Bu sırada Şeyh Said, Bediüzzaman Hazretleri’ne bir mektup göndererek kendisine yardıma davet etti. Bediüzzaman’ın Şark’ta büyük nüfuza sahip olduğu, dolayısıyla yardım teklifini kabul ederse muvaffak olabileceği yazıyordu.

Üstad ise cevaben kaleme aldığı mektupta hadise çıkarmaya karşı olduğunu belirtiyordu. Bitlis hadisesinde olduğu gibi bu hadiseyi de tasvip etmemişti

Bediüzzaman eserlerinde bu olaydan nasıl bahsediyor?

1935 yılındaki Eskişehir Mahkemesi müdafaanamesinin bir bölümünde şunları söylüyor mesela:

“Şark hadisesi münasebetiyle nefy (sürgün) edilmem, iddianamede iştirâkimi ihsas ettiği cihetle, cevab veriyorum ki: Hükûmetin dosyalarında, benim künyem altında hiçbir meşruhat yoktur. Sırf ihtiyat yüzünden nefy edildiğim hükûmetçe sabit olmuştur.”

Burada hakikatta olduğu gibi Hazret- i Üstad’ın Şeyh Said hadisesiyle hiçbir ilgisinin bulunmadığı görülüyor. Yine 1948’de Afyon mahkemesi müdafaanamesinin bir bölümünde şöyle der:

“Avam-ı ehl-i iman onu (şapkayı) giymeye mecbur olduğu zaman, o büyük allâmelerin adem-i müsaadeleri (giymelerine müsaade etmeyişleri); avam-ı ehl-i imanı tehlikede bıraktı. Yani: Ya bir kısım münafıklar gibi dinini bırakmak. Veya Vilâyât-ı Şarkiye’de isyanlar gibi isyan etmek vaziyetinde iken.”

Yine aynı mevzu ile ilgili olarak Van’da Kur’an hizmetiyle meşgul olduğu müddetçe ehl-i dünyanın ilişmelerinden mahfuz kaldığını kaydetmek vesilesiyle şöyle demektedir:

“Bu biçare Said, Van’da ders-i hakaik- ı Kur’aniye (Kur’an hakikatlerinin dersi) ile meşgul olduğum miktarca, Şeyh Said hadisatı zamanında vesveseli hükûmet, hiçbir cihette bana ilişmedi ve ilişemedi. Vakta ki, ‘Neme lazım’ dedim, kendi nefsimi düşündüm, ahiretimi kurtarmak için Erek dağında harabe mağara gibi bir yere çekildim. O vakit sebebsiz beni aldılar, nefyettiler.”

Üstad’ın bu beyan ve itirafından da anlaşılmaktadır ki, Şeyh Said hadisesiyle hiçbir ilgisi olmamıştı.

O yüzden hadisenin neticesine yakın bir zamana kadar hükümet ona hiçbir şey dememiş, ilişmemiştir.

Mektuplaşma hadisesinin herhangi bir belgesinin olmadığı yönünde iddialar mevcut. Siz ise kitabınızda bazı belgelerden söz ediyorsunuz. Bu belgeler neler?

Üstadın cevabî mektubunun mahiyetinden 1947’den sonra yazılan tüm Tarihçe’lerde bahsedildi. Şeyh Said’in mektubuna ve Üstad’ın gönderdiği cevaba kelime ve cümleler itibariyle farklı şekillerde değinildi. Üstad da bunları hep gördü ve okudu. Tasdik ve ikrar alâmeti olan sükûtla karşıladı. Elbette böyle bir hadise vukua gelmeseydi Üstad bunları tasdik etmezdi.

İlk önce 1946’da İnebolulu Selâhaddin Çelebi yazdı ve ifşa etti. Bu yazı “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayat’ından Bir Hülâsadır” başlığı altında, makale gibi bir şeydi. Hazret- i Üstad, Selâhaddin Çelebi’nin bu yazısını evvela bir lahika mektubu şeklinde neşrettirdi. Bilahare de Osmanlıca Asa-yı Musa mecmuasının İnebolu nüshalarının arkasına dercettirdi.

Yine Şeyh Said’e yazılan mektup hakkında Hazret-i Üstad’ın tashih ve tasdikinden geçmiş, haricen yazılan bir başka delil olarak şunu gösterebiliriz:

Afyon Mahkemesi müdafiilerinden Avukat Ahmet Hikmet Gönen’in yazdığı temyiz müdafaasının bir bölümünde, “Keza Şark vilâyetlerinde vâki’ isyanlara iştirak etmemesi ve teklif edenlere ‘Bin seneden beri Kur’an’ı taşıyan bir millete kılınç çekemem, siz de çekmeyin’ şeklinde cevab vermesi yine davamızı ispat eder” ifadeleri yer alır.

Üstad Hazretleri, Avukat Gönen’in bu paragraftaki bir cümlesini kendi eliyle ve kalemiyle şöyle tashih ederek kabul etmiştir: “Bin seneden beri Kur’an’ı kahramancasına taşıyan ve hizmet eden bir millete kılınç çekemem, siz de çekmeyiniz.”

Yani mektuplaşma hadisesi kat’idir. Aksi iddialarsa safsatadan ibarettir!

Peki Bediüzzaman’ın yazdığı mektubun muhtevası biliniyor mu? Mektubun orijinali mevcut mudur?

Mektubun nerede olduğu hakkında Yüzbaşı Mehmet Kayalar bana, “Üstadın Şeyh Said’e yazdığı mektup, bilâhare Şeyh Said esir alındığında üzerinde bulunmuş ve Diyarbekir İstiklal Mahkemesi dosyalarına konulmuştur. Mektup halen İstiklal Mahkemesi dosyalarının içinde, Şeyh Said’in dosyasında mevcuttur” demişti.

Diyarbekir İstiklâl Mahkemesi dosyalarının şu an nerede olduğunu bilmiyoruz. Keşke mümkün olsaydı da Üstad’ın mezkûr mektubunu ele geçirip öz metnini alıp neşredebilseydik. İnşaallah bir gün buna da muvaffak oluruz.

Bediüzzaman Hazretleri Şeyh Said’e hakikat olarak cevabî bir mektup yazmıştır. Ve Müslüman evlâdlarının kanını dökecek öylesi bir harekete katılmasının mümkün olmadığını yazdığı kesindir. Ayrıca Şeyh Said’e başlattığı veya başlatmak istediği hareketten vazgeçmesini de tavsiye etmiştir. Ama dediğimiz gibi o mektubun öz metni mevcut olmadığından kelimesi kelimesine neydi, nasıldı, bilememekteyiz.

Şeyh Said’in torunlarının iddia ettiği gibi Bediüzzaman, Şeyh Said ile yüz yüze görüşmüş müdür?

Hadise sırasında asla görüşmemişlerdir. Hadiseden çok evvel, 1906 yılı civarında Erzurum-Karayazı’da Molla Muhammed-i Kinnik’in evinde bir görüşmeleri olmuştur.

Şeyh Said hadisesine katılmak için Şeyh Said’in dışında Bediüzzaman’a gelip teklifte bulunanlar yahut izin isteyenler olmuş mu?

Evet, çok kimseler Üstad’a müracaat ettiler. Hamidiye paşalarından Mirliva Kör Hüseyin Paşa gibi... Üstad Hazretleri hiç kimseye izin vermedi. Hüseyin Paşa, Üstad’dan izin istemek için gittiğinde orada Üstad ile birlikte olan Molla Hamid, yani hadisenin altı şahidinden biri, 1984 yılında hadiseyi bana anlattı. Kısaca aktarayım:

Hüseyin Paşa iki hizmetçisi ile birlikte Üstad’ı ziyarete Erek Dağı’na gitmiş. İçeri girmiş, edep dairesinde Üstad’ın ellerini öpmüş ve diz çökerek huzurunda oturmuş.

Bir iki mevzudan sonra Hüseyin Paşa, “Seyda, sizinle hususî bir istişarem de olacaktır. İzin veriniz, talebeleriniz dışarı çıksınlar, hususi konuşmak istiyorum” demiş. Hazret- i Üstad, “Hayır, bunlar benim vücudumun parçalarıdır, ayrılamazlar. Neyin varsa, söyle!” diye karşılık vermiş. Hüseyin Paşa, “Seyda, eğer bize izin verirseniz isyan edeceğiz” deyince Hazret-i Üstad, “Ne için isyan ediyorsunuz? Ali’nin, Hasan’ın kabahati varsa Haydar, Ömer ne yapmış? Arada Müslüman kanı dökülecektir” diye itiraz etmiş.

Bunun üzerine Hüseyin Paşa “Ruslar bizi vurdu, öldürdü, perişan etti. Malımız, canımız telef oldu gitti. Fakat namusumuza bir şey olmadı. Şimdi elimizde kalmış olan bir dinimiz ve namusumuz var, o da gidiyor. Bize izin ver. Hem piyadelerimiz, hem de süvarilerimiz hazır bekliyor” diye devam etmiş. Bunun üzerine Üstad (kısaca söylüyorum), “Paşa, ben ne sizdenim, ne de onlardanım” demiş.

Hüseyin Paşa’nın “Seyda, sen benim kolumu kanadımı soğuttun. Ben şimdi aşiretime dönsem, ‘Paşa korktu, onun için vazgeçti’ diyecekler” sözleri üzerine Üstad, “Evet, korktu desinler amma kan döktü demesinler” diye cevap vermiş.

Hüseyin Paşa veda edip ayrılırken de üç defa, “Paşa kan dökme, kan dökme, kan dökme!” diye tekrar tekrar nasihatte bulunmuş.

Hüseyin Paşa dönüp gitmiş ve kuvvetlerini dağıtmış. Dolayısıyla Van bölgesinde herhangi bir hadise vuku bulmamıştır.

Peki Nurcular Şeyh Said’in kendisine nasıl bakar? Hürmet ederler mi?

Bir kere merhum Şeyh Said dindar, âlim ve sofu bir zat olup Nakşibendî şeyhlerindendi. Hatta ehl-i velâyet (veli) bir zat olduğunu, onun zamanından kalan bazı âlimler nakletmişlerdir.

Nurcular ise Şeyh Said’e gayretli, dinî hamiyeti olan biri nazarıyla bakar, rahmet okurlar. Hz. Üstad da ona bu nazarla bakmıştır. Şehit olduğunu söylemiştir ama içtihadına katılmamış ve tasvip etmemiştir.