Ağlayarak mı geleyim çağlayarak mı?

Sizce nasıl gelsin? Öldürerek mi dirilterek mi?
Sizce nasıl gelsin? Öldürerek mi dirilterek mi?

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki ateşin düştüğü yerde başka başka ateşler yanmaktadır. Güzel bir değer için ölünmediği, haksızlık karşısında dimdik durulmadığı, sabır yolu erme yoludur diyen ermişlere inat sabırsız sebatsız yürüyenlerin olduğu, kara sevda çekmenin hazları tatmin etme arzusu ile eş değer tutulduğu bu çağda… Değerlerin insanlardan önce öldüğü bu çağda… Tabiatın kayıt tuşundan uzakta kaldığımız bu çağda… Biri ölmüş gibi ya da bir şey ölmüş gibi yazmaktan başka çaresi kalmıyor yazarın.

Romanda en çekindiğim şey, sevilen karakterlerden birini öldürmektir. Çünkü bir ölüm kurguladığınızda bir yas da kurgulamak zorunda kalırsınız. Yasta hayatın anlamını yitirmesi, her figürün ve nesnenin varlığının kaybı ve hayata devam edebilmenin zorluğu vardır.

Yas, zamanı ve eylemi yavaşlatır. Ölüm; kurguda bile olsa tüm renkleri yutup kendi rengi ile güder insanı. En sevilenlerin ölümlerinin romanın ortalarında gerçekleşmesi bu açıdan hep bir risk barındırır içinde. Gerektiği gibi anlatamama riski. Anadolu'da hikâye anlatıcıları yası bir hikmete bağlayarak tutarlar. Böylece kendilerinden sonra gelenlere hem yası hem hikmeti bölüştürürler. Yasın bir kısmını da tabiata eklerler. Kâğıt yerine tabiat! Irmaklara, kayalara, bitkilere bölüştürülen hüzün sayesinde nesilden nesle aktarılır hikâyeler. Garip Kadın Kayası, Gelin Uçmağı, Kırklar Dağı gibi zamanla hikâyenin kahramanları ile anılır dağlar, dereler, uçurumlar. Yardımın yetişmediği gelinleri, masumken canına kıyılan genç kızları, yolunu kaybeden askerleri, kara sevdalıları vardır Anadolu'nun.

Daha anlatmaya başlamadan hayatın anlamını, figürlerin nesnelerin ayrıntılarını kaybetmek, dünyayı yavaşlatmak ve kayıpların eksiklerin ortasında yazmaya dolayısıyla yaşamaya çalışmak en zorudur.

Onlar öldüğünde bir muhasebe içinde bulur anlatıcı kendini. Uzak dağlardan gelen uğultuyu, yardımına koşulmayan gelinin çığlığı olarak kodlar misal. Her dinleyici vicdan azabını içinde hisseder böylece. O uğultunun başka bir açıklaması yoktur artık. İffetini korumak için çaresiz kaldığı anda Rabbine yalvarıp ya beni kuş et, ya beni taş et diye yalvaran kadınlar sayesinde bir kadına benzeyen pek çok kaya ismini bulmuş olur. O kayalara bakan her insan da yası tabiatla bölüşür. İffet, çaresizlik, adalet gibi pek çok kavram hem somut hem soyut aktarıcılarla yolunu insanın kalbinden geçirmeye devam eder. Roman tabiatsız dolayısı ile yardımcısız ilerler bu açıdan. En sevilenlerin ölümlerini ve sonrasını aktarmak için öncelikle ana karakterlerin belirgin insani yönlerini işlemek gerekir. En sevilenler neden en sevilenler olmuştur. İnsana dair hangi güzellikleri barındırmaktadırlar. Onlar öldüğünde hangi güzel özelliğin kaybı için yas tutulmalıdır.

Ateşin düştüğü yer, sözün bittiği yerdir. Ateş sözü de yakar çünkü.

Bunlara kafa yorulmadığında herhangi bir ölüm gelir kurulur metnin içine. Kalbine dokunamadığımız karakter, haberlerde dinlediğimiz ölmüş herhangi birinden farksız olur. Oysa sanat bizi tüm bunların üzerine taşımayı teklif etmektedir. Anadolu'da anlatılan meşhur bir hikâye vardır. Haksızlığa uğrayan bir genç kızın dağlara kaçışını anlatır. Dağlarda bitkin ve susuz dolaşırken aradan perde kalkar ve su ona "Ağlayarak mı geleyim, çağlayarak mı yoksa harlayarak mı geleyim?" der. Hikâyede suyun haksızlık karşında bir tavır olarak varlığından bahsedebiliriz. Buna rağmen seçenekler sunar ve sonucu kızın inisiyatifine bırakır. Ağlayarak gelirse sadece kız için gelecektir. Çağlayarak gelirse affederek gelecektir, şifa olarak, sulayarak, mühlet vererek, anlasınlar diye hikmetlerle gelecektir. Harlayarak gelirse sel olup döküp devirerek, cezalandırarak, kesinleştirerek gelecektir. Cezalandıracak ve yok edecektir. Burada dinleyiciye döner büyüklerimiz ve sizce nasıl gelsin diye sorarlar. Sizce nasıl gelsin? Öldürerek mi dirilterek mi? Ölümün ardından yas kurgulamak romanda -tabiatsız da olsa- elbette mümkündür.

Kalbine dokunamadığımız karakter, haberlerde dinlediğimiz ölmüş herhangi birinden farksız olur.
Kalbine dokunamadığımız karakter, haberlerde dinlediğimiz ölmüş herhangi birinden farksız olur.

Peki, bir ölüm olmadan bir yas kurgulamak mümkün müdür? Evet, biri ölmüş gibi yazmak işin başka bir boyutudur. Şimdiki boyutudur hatta. Daha anlatmaya başlamadan hayatın anlamını, figürlerin nesnelerin ayrıntılarını kaybetmek, dünyayı yavaşlatmak ve kayıpların eksiklerin ortasında yazmaya dolayısıyla yaşamaya çalışmak en zorudur. Ateşin düştüğü yer, sözün bittiği yerdir. Ateş sözü de yakar çünkü. Diğer yandan öyle bir çağda yaşıyoruz ki ateşin düştüğü yerde başka başka ateşler yanmaktadır. Güzel bir değer için ölünmediği, haksızlık karşısında dimdik durulmadığı, sabır yolu erme yoludur diyen ermişlere inat sabırsız sebatsız yürüyenlerin olduğu, kara sevda çekmenin hazları tatmin etme arzusu ile eş değer tutulduğu bu çağda…

Değerlerin insanlardan önce öldüğü bu çağda… Tabiatın kayıt tuşundan uzakta kaldığımız bu çağda… Biri ölmüş gibi ya da bir şey ölmüş gibi yazmaktan başka çaresi kalmıyor yazarın. Geriye tek soru kalıyor. Yas yerine, taziye evine nasıl gelsin yazar? Ağlayarak mı, çağlayarak mı, yoksa harlayarak mı?