Ankebutun evi

Yol boyunca yeşile durmuş Beşparmak Dağları’nı seyre daldık
Yol boyunca yeşile durmuş Beşparmak Dağları’nı seyre daldık

Fresklerle çevrili avludaki dört devasa servi bizi karşıladı. Dört keşiş, eskilerin hikayesiniyeryüzüne gelen yenilere anlatmak için dört serviye dönüşmüştü sanki. Kalın damar damargövdeleri, sık koyu mavi yaprakları ve manastırın çan kulesini bile aşmış boyları vardı.

Akdeniz’den esen rüzgarın şiddeti, sağa sola sallanan bodur makilerde, dalları meyveleriyle ağırlaşmış yabani limon ağaçlarının çırpınan yapraklarında, güneşle ülfet halindeki kavruk otların acele acele kıpırdanışlarında kendini görünür kılıyordu. Yol boyunca yeşile durmuş Beşparmak Dağları’nı seyre daldık. Bir adadaydım. Anakaradan uzakta olmak güzel bir duyguydu. Bu duyguyu en iyi tarif eden kelime: Naif bir durgunluk. Tuhaf bir kopukluk hissi; her şeyden, bütün o keşmekeşten. Çevremdeki her şeye sinmiş o sakinliği buna bağlıyorum.

Şoförümüz Urfalıydı. Urfalı Muammer’in anne ve babası 74’ yılında Kıbrıs çıkartması sonrası buraya gelip yerleşmiş. Şoför Muammer aslen Urfalı Ama lehçesi Kıbrıs lehçesi. Kıbrıs onun için "Kıprıs". "Ben burada doğmuşum’’ diyor. "Ailem, devlet desteğiyle buraya yerleşince, ev ve toprak verilmiş. Artık memleketleri burası olmuş. Ben de 1978 yılında Lefkoşa’da doğmuşum."

Kimler geldi kimler geçmiş.
Kimler geldi kimler geçmiş.

Telefonu çalıyor, arayan eşi. Urfalı Muammer, eşiyle konuşurken birden ‘’Kıprıslı Muammer ‘’ oluveriyor. Konuşulanlardan anlıyoruz ki oğlu ateşlenmiş. Eşi, okula gidip Ahmet’i eve getirip getiremeyeceğini soruyor. Muammer, ‘’Şimdi yanımda misafirler var. Biraz önce otelden aldım, Hazreti Ömer Türbesi’ne doğru gidiyoruz, oradan da Bellapais’e bırakıcam. Türbeye yaklaştık. İşim bitince alır getiririm.’’ Eşi, ‘’Peki’’ diyor ve ekliyor ‘’ Selamün aleyküm, bye.’’ Muammer de, ‘’Aleyküm selam, bye.’’ diyerek telefonu kapatıyor, canı oğluna biraz sıkkın gaza basıyor. Sessizlik içinde yola devam ediyoruz.

  • Akdeniz’in en büyük üçüncü adası olan Kıbrıs tarih boyunca nice imparatorluğun hakimiyeti altında kalmış. Kimler geldi kimler geçmiş. Şimdi yerinde yeller esen nice azametli kral ve kraliçenin emrine girmiş.

Mısırlıların, Hititlerin, Fenikelilerin Asurluların ve Bizans İmparatorluğu’nun ve Müslüman Arapların ve Tapınak Şövalyeleri’nin, Osmanlı İmparatorluğu’nun. ‘’Nice krallıklar bu kara parçasının tozuna toprağına karıştı yerle bir oldu. Bu dünya kimseye kalmadı.’’ diyorum içimden. Gün gelecek uğrunda hırsla kan dökülen bir Dünya da kalmayacak.

Hazreti Ömer Türbesi, kuruyup incelmiş eski bir hurma dalı gibi yay şeklindeki ıssız sahilin öbür ucunda, engin denizi seyrediyordu.
Hazreti Ömer Türbesi, kuruyup incelmiş eski bir hurma dalı gibi yay şeklindeki ıssız sahilin öbür ucunda, engin denizi seyrediyordu.

Taksi asfalt yoldan ayrılıp, tekerleri ham toprağı ezmeye başladığında çıkan ses başka bir aleme girdiğimizin habercisiydi. Bir süre daha sarsılarak engebeli arazide toprağın sesini dinleyerek devam ettik. Yolculuğumuz, karşımıza dalga seslerinden inşa edilmiş bembeyaz bir yapı çıkınca son buldu. Hazreti Ömer Türbesi, kuruyup incelmiş eski bir hurma dalı gibi yay şeklindeki ıssız sahilin öbür ucunda, engin denizi seyrediyordu. Mavi göğün altında bembeyaz ihramına bürünmüş tadil-i erkan bir hacı gibiydi.

Yalnızlığı ve ıssızlığı hayal etmek hep ilgimi çekmiştir. Bir şeyin en yalnız hali nasıl olur? Mesela bir müze, mesai saati bitip de çalışanlar ve ziyaretçiler gittiğinde ve ışıklar birer birer söndürüldüğünde, bu civcivli koridorlar nasıl görünüyor acaba diye düşünmekten kendimi alamam.

Türbeye bakarken, gene bu merakım depreşti. Gecenin en karanlık saatleri düştü aklıma. Gün ışığında seccadesinde oturan bir hacıyı andıran bina, ay ışığının altında gümüşten bir hayaleti andırıyor. Rüzgar uğulduyor, azgın dalgalar duvarları dövüyor. Pencereler zangırdıyor. Fırtına kapalı kapıyı zorluyor. Türbenin içi camlardan süzülen soluk ay ışığı da olmasa zifiri bir karanlığa gark olacak. Biraz daha dalıp gitsem bu hayale, duvardaki saatin tik taklarını duyacağım, yedi yeşil sandukanın örtülerine dokunacağım. Birden iki tane zıt duygu hücum etti benliğime. Birincisi ürküntü gibiydi ikincisi ise derin bir huzur gibi.

Hz. Osman’ın halifeliği zamanında ilk İslam Donanması Suriye’de kurulmuş ve İslam’ı yaymak adına ilk seferini de Kıbrıs’a yapmış. Peygamberimizin sahabelerinden olan Hazreti Ömer, İslam Donanmasında komutanmış. Kıbrıs’a ilk bu sahilde ayak basmışlar ve bu yerde Bizans Ordusu’yla yaptıkları savaşta şehit düşmüşler.

Fethin ardından cenazeleri az ötedeki mağaraya gömülmüş. 2. Selim zamanında ada yeniden fethedildiğinde ise mezarlar bulunmuş ve şu an olduğu yere taşınmış. Taksi şoförü Muammer’in heyecanla anlattığı bir rivayete göre, mezarı bulan yeniçeriler, toprağı kazdıklarında karşılaştıkları şey karşısında hayrete kapılmışlar. Şehit sahabeler kabirlerinde derin bir uykudaymış gibi taptaze yatmaktaymışlar. Hatta birinin mihverinden sızan kanın rengi bile yeni açmış kızıl bir gül kadar tazeymiş hala. İslam’ı yaymakla görevli yedi sahabeye selamımızı verip Fatiha’mızı okuduk. Taksiye binerken dönüp dünyanın sonunu bekleyen ve geceleri gümüşten bir hayalete dönüşen, yalnız hacıya son bir kez baktık. Ve tekrar yola koyulduk.

Beşparmak Dağları’nın eteğinden kıvrıla kıvrıla tırmanışa geçtik. Çok sürmedi Bellapais, nam-ı diğer Beylerbeyi Köyü karşımızda belirdi. Yol iyice daraldı. Evler birbirine yaslandı. Eskidi. Ahşap karardı, badanalar biraz soldu. Yeni mimari gerilerde kalmıştı. Kagir köy evleri, kim bilir kaç yıllık kirişleri üzerinde bizi selamladı. Kimisi siyatiği tutmuş bir ihtiyar gibi hafif eğilmişti. Kimi yorgun bir nine gibi yanında torunu yaşında başka bir eve yaslanıvermiş soluklanmaktaydı.

Bu güzel bahar gününde saatin çarkları zaman denizinde tıkır tıkır seyrederken bulduk kendimizi Bellapais Manastırının avlusunda.
Bu güzel bahar gününde saatin çarkları zaman denizinde tıkır tıkır seyrederken bulduk kendimizi Bellapais Manastırının avlusunda.

Nihayetinde köyün merkezine vardık. Muammer arabayı durdurdu. Bu güzel bahar gününde saatin çarkları zaman denizinde tıkır tıkır seyrederken bulduk kendimizi Bellapais Manastırının avlusunda. Manastır, Fransızca “Abbaye de la Paix” yani “Barış Manastırı” isminin zaman içinde bozulması ile bugünkü adına ulaşmış. Adının anlamı gibi barışçıl ve konuksever bir yanı var. Mimarisinde de bunu sezebiliyorsunuz.

Fresklerle çevrili avludaki dört devasa servi bizi karşıladı. Dört keşiş, eskilerin hikayesini yeryüzüne gelen yenilere anlatmak için dört serviye dönüşmüştü sanki. Kalın damar damar gövdeleri, sık koyu mavi yaprakları ve manastırın çan kulesini bile aşmış boyları vardı.

Geçmişin kalıntıları arasında dolaşmak her zaman zihin açıcı olmuştur.
Geçmişin kalıntıları arasında dolaşmak her zaman zihin açıcı olmuştur.

Geçmişin kalıntıları arasında dolaşmak her zaman zihin açıcı olmuştur. Mezarlıklarda insan kendi ölümlülüğünün farkına varır. Bir gün dünyayı bırakıp gidecek olmak düşüncesi insanın ağzının tadını kaçırır. Harabeler ise dünyanın da ölümlü olduğunu, mal mülk ve binaların da ne kadar görkemli olurlarsa olsunlar, onlarında anbean tükenmekte olduğunu söyler durur. Onların da bir ömürleri olduğunu bize hatırlatır. Bir zamanların bu şaşaalı yapısı şimdi bir viranedir.

Ön avludaki dört servinin önünden geçip kiliseye giriyoruz. Yüzlerce yıl öncesine gidiveriyorum birden. Keşişleri görür gibi oluyorum hayal meyal. Ayin için yerlerini alıyorlar. Bazı keşişlerin de dua etmek, ilahi ezberlemek, okumak, meditasyon yapmak ve gündelik işleri halletmek için etrafa dağıldıklarını görüyorum.

Duvarların dili olsa da anlatsa, kimler geldi kimler geçti.
Duvarların dili olsa da anlatsa, kimler geldi kimler geçti.

Yapı, 12. yy’da adaya gelen Agustinyen Tarikatı rahipleri tarafından inşa edilmiş. Ve bin yıldır günbegün yıkılırken duvarları, Beşparmak Dağları’nın eteklerinde derin bir uçurumun üzerinde seyreyliyor alemi. Avluyu kuşatan odalara girip çıkıyoruz. Tonozlar bir dehrin yükünü sırtlanmış taşıyor mavi göğün altında. Çevresi revaklı aydınlık avludan, karanlık odalara doğru her yolculuğumuzda daha da eskiye gidiyoruz. Burası mutfakmış, şurası tören eşyalarının konulduğu odaymış. Şurası yatakhaneymiş. Şurası da yemekhane. İnsanlar burada gündelik işlerine koşuşturmuş, dua etmiş, ilahiler söylemiş ve Allah’ın adını yüceltmişler. Sonbaharın hüznünü, kışın soğuğunu ve yazın kavuruculuğunu yaşamışlar.

Duvarların dili olsa da anlatsa, kimler geldi kimler geçti. Yaşamak iz bırakmak demektir. Nakşolur insanların hayatları ömürlerini geçirdikleri mekanların duvarlarına. Ot bürümüş duvarlar bir dile gelse neler anlatacak kim bilir?

Mahzene indim. Karanlıkta zaman genişlemiş yayılmıştı sanki. Bir zamanlar tahılların, kurutulmuş etlerin ve yağların depolandığı bu odada şimdi sadece karanlık ve ıssızlık birikmişti. Bir süre burada oyalandıktan sora tekrar gün yüzüne çıkmak için kapıya yöneldim, merdivenleri tırmanmaya başladım. Aşınmış basamaklardan birinin en kuytu köşesinde bir örümcek hummalı şekilde ağını örüyordu. Ona da selam verip çıktım mahzenden.

Buraya kendi ömrümden de bir parça bırakıyorum.
Buraya kendi ömrümden de bir parça bırakıyorum.

Güneş batarken daha birkaç saat önce çıktığım yollardan Girne’ye iniyorum. Buraya kendi ömrümden de bir parça bırakıyorum. Benden bir yüzyıl sonrayı düşünüyorum. Dünya dediğin, örümcek ağından bir ev. Arabanın camından, Akdeniz’in menevişli sularına batmakta olan güneşi seyrederken, dünya üzerinde sığındığımız her şey birer birer toza toprağa karışıyor er ya da geç. En görkemli yapılar, dört kıtada hüküm sürmüş saltanatlar, devletler ve milletler. Kıbrıs bu hakikatin yansıdığı parlak bir hakikate dönüşüyor zihnimde.

Merdivenin kuytusunda ağını ören örümcek geliyor aklıma. Belki de bu yolculuk sadece o örümceği görmek için yapıldı kim bilir. Bu örümceği görüp meali Allah’tan başka dost edinenlerin hali, kendisine ev edinen örümceğin hali gibidir. Muhakkak ki evlerin en dayanaksızı örümceğin yuvasıdır olan ayetini hatırlamak için.