Anne kilidi açar mısın?

Film “çok da numarası yokmuş” dediğimiz yerden silkeliyor seyirciyi; “Dur ve düşün,” diyor, “sıradanlaşan sorunlar, seni sıradan olmayan bir sorun hâline getirmiş veya getirmek üzere…”
Film “çok da numarası yokmuş” dediğimiz yerden silkeliyor seyirciyi; “Dur ve düşün,” diyor, “sıradanlaşan sorunlar, seni sıradan olmayan bir sorun hâline getirmiş veya getirmek üzere…”

Kendini hayatının hiçbir safhasında ifade edememiş bir çocuk ve ona bugüne kadar vermediği sevgiyi şimdi cüretkâr bir şekilde ondan talep eden bir anne var karşımızda. Ve bu anne, anne olmanın üstünlüğünü çocuğuna her sahada hissettiriyor. Çocuk ise davranış olarak ayna görevini görmekten başka bir şey yapmıyor aslında. Bu aynada kendini göremeyen anne ise beklentilerine hep haklı gerekçeler buluyor ve annelik onun arkasına sığındığı bir statü hâline geliyor.

“Kaba sanıldığı ölçüde ince, yüzeysel sanıldığı ölçüde derin, hinoğlu hin sanıldığı ölçüde saftı. Demode, tozlanmış, çağdışı sanılıyordu, oysa o ezeli sorunları deşiyordu: aşksız istek, duygusuz zevk, karşılıksız aşk…”

Jacquette Rivette ve François Truffaut

Biraz sonra anlatmaya başlayacağım filmin muhakkak ki gerçek kişilerle alakası var. Bu film, canımızı bir yerden yakacak, yakamızı bir yerden kavrayacak hatta bununla da kalmayıp “Acaba ben nasıl davranırdım?” dedirtecek cinsten.

Günümüzün en önemli sorunu olan iletişim meselesine işaret ediyor.
Günümüzün en önemli sorunu olan iletişim meselesine işaret ediyor.

Eğer şimdiye kadar izlemediyseniz izleyin derim. Çocuk Pozu. Film 2013 yapımı olmasına rağmen, günümüzün en önemli sorunu olan iletişim meselesine işaret ediyor. Benimkisi, rafa kaldırılmış bir sıradanlığa yeniden yabancılaşma ciddiyeti. Raftan indirip tekrar dokunma niyeti. Uzun çok uzun yıllarca yaşlanmayacak bir hikâyenin kapağını yeniden aralamak ve birçoğumuzun “cebinde” taşıdığı gerçekleri doğrularla buluşturma fikri. Söze son dönem Avrupa sinemasından bahsedildiğinde akla ilk gelenler arasında olan, Yeni Dalga Rumen sinemasından bahsederek başlayalım. Cannes, Venedik, Berlin ve Locarno gibi önemli festivallerin listesinde yer almakta kendileri. Bu yeni dalgada dikkat çeken güçlü diyaloglar var, “sahici konuşan sahici susan” cinsinden…

Filmin karakter yaklaşımı, modern. Cornelia ve Bruno arasındaki anne-evlat bağı; duygusuz, maddiyatçı bir düzlemde ilerliyor. Saf ve çıkarsız bir iyilik etrafında şekillenemeyen tuhaf bir bağ var aralarında.

Minimalist mekânların bu akıma eklediği güçlü detaylarsa küçümsenecek gibi değil. Zaten ortamdaki sadelik ve yalınlık hikâyelerin altını çizen önemli unsurlardan. Buradaki bir diğer detaysa ki en önemlisi bence, Rumen Yeni Dalgası’nın kendi yarasından güç alarak kendi hikâyesini anlatma becerisi. Bu da ona sahici, dokunulabilir bir gerçeklilik katıyor. İşte bu akımın bir parçası olan Çocuk Pozu da stilize olmamış bir dille bizlere arzı endam etmekte. Yeni dalganın önemli yönetmenlerinden biri olan Calin Peter Netzer’in emeğidir kendileri. Netzer, Altın Ayı alan Çocuk Pozu filmiyle bu yeni dalganın şeffaf bir sinema düzleminde ilerleyen yolcularından. Film basit bir hikâyeden yola çıkıyor, fakat derdini anlatabileceği en dolaysız bir dille görselleştiriyor olması filmi samimi kılıyor. Filmin senaryosunu Razvan Radulescu ile yazan Netzer, oyuncular konusunda da oldukça şanslı. Yönetmenin ve senaryonun şansını artıran isimse hiç şüphesiz Luminita Gheorghiu’nun müthiş oyunculuğu.

Filmin en başında seyirciyi tarafına çekmeye yeltenen Cornelia, oğlundan “haklı” nedenlerle şikâyet eden, üzgün ve haksızlığa uğramış bir annedir.
Filmin en başında seyirciyi tarafına çekmeye yeltenen Cornelia, oğlundan “haklı” nedenlerle şikâyet eden, üzgün ve haksızlığa uğramış bir annedir.

Gelelim filme; Barbu otuzlu yaşlarındadır ve Carmen adındaki kız arkadaşıyla birlikte yaşamaktadır. Barbu’nun annesi Cornelia bir mimardır ve eşine karşı saygısı ve sevgisi olmayan bir kadındır; doktor eşinin sayesinde kazandığı saygı, şöhret ve de elit çevreye rağmen… Filmin en başında seyirciyi tarafına çekmeye yeltenen Cornelia, oğlundan “haklı” nedenlerle şikâyet eden, üzgün ve haksızlığa uğramış bir annedir. Hepimizin “yazık bu kadına” dediğimiz anlarda, kocasının kardeşi Guta’dan “En başta sana iki çocuk yapmanı söylemiştim, en azından seçme şansın olurdu.” şeklinde ürkütücü bir teselli duyarız ve bir anneye söylenmesi çok da uygun olmayan bu sözler karşısında Cornelia’dan sert bir tepki bekleriz, fakat bu söz karşısındaki tepkisizliğiyle Cornelia’nın aslında -başta sandığımız gibi- iyi bir anne olmadığını sezmeye başlarız.

  • Filmin ilerleyen dakikalarında, aşırı hız nedeniyle kaza yaparak, on dört yaşındaki bir çocuğun ölümüne sebep olan Barbu, terk ettiği anne ve babasının evine dönmek zorunda kalır. Bu dönüş ise sonunda onun kaçtığı gerçeklerle yüzleşmesine sebep olacaktır. Annesi Cornelia ise, bu elim durumu fırsat bilip elindeki tüm gücü kullanarak oğlunu sözde “kurtarma” ve “geri kazanma” mücadelesine girişir.

Film burada seyirciye derdini açmış gibi görünse de bunda pek aceleci davranmıyordur aslında. İlerleyen sahnelerde maalesef anlarız ki Cornelia için oğlu çizdiği bir projeden farksızdır ve önünde sonunda yatırım yaptığı ve karşılığında kazanmayı planladığı bu büyük projeyi kaybetmek üzeredir. Bu da Cornelia’ya hiç de alışık olmadığı bir yenilme korkusunu yaşatır. Barbu’nun kız arkadaşı Carmen’le yaptığı ikiyüzlü diyalog ve ölen çocuğun ailesi karşısındaki bencilliği de Cornelia’nın kendi haklılığına dikkat çekme bencilliğinden başka bir şey değildir. Yönetmen filmde, iki farklı ailenin hem sınıf hem de ahlâki farklılığını ezberleri bozan bir sadelikle yansıtır. Cornelia nın baskın karakteri filmi ele geçirse de hikâye kendi dinamiği üzerinde durmayı hep başarıyor. Kabaca, film “çok da numarası yokmuş” dediğimiz yerden silkeliyor seyirciyi;

“Dur ve düşün,” diyor, “sıradanlaşan sorunlar, seni sıradan olmayan bir sorun hâline getirmiş veya getirmek üzere…”

Kötü ne kadar iyi olursa

Filmin karakter yaklaşımı, modern. Cornelia ve Bruno arasındaki anne-evlat bağı; duygusuz, maddiyatçı bir düzlemde ilerliyor. Saf ve çıkarsız bir iyilik etrafında şekillenemeyen tuhaf bir bağ var aralarında. Aslında sorunlu olan ebeveyn, sorunlu olan çocuğa da ilgimizi çekiyor. Yönetmen önce, buyurgan ve bencil bir annenin gözünden filme dâhil ediyor seyirciyi. Kırılmış ve parçalanmış karakterler filmin çatışmasına ivme kazandırıyor. Cornelia, oğlunu görmek istediği pozda tutmaya çalışan bir anne durumunda film boyunca. Bu durumu en iyi anlatan sahnelerden biri, kazadan sonra evdeki ilk sabahı anlatan sahnedir. Uyanıp mutfağa geçen Barbu, başta masada oturan annesi ve babasının tüm soruları karşısında kayıtsız kalır. Ancak sonra annesiyle iletişime geçtiği sahne oldukça ilginçtir. Annesinden burun spreyi almasını ister ve ekler “Lütfen (söylediğim markadan) başka bir şey alma.” hatta “Yaz!” diye özellikle uyarır annesini. Cornelia “Tamam.” der ve not alır. Sıradan gibi gözüken bu diyalog, aslında anne ve oğlun kördüğüm olmuş iletişimini çok basit bir şekilde gözler önüne serer.

Çocuk pozu” yogada rahatlama anlamına gelirken, Rumence yazılan ölüm raporlarındaysa cesedin pozisyonunu tarif etmek için kullanılır. Hiç kuşkusuz filmin başarısında, bu çok katmanlı ismin derinliğinin ayrı bir etkisi var.

Yönetmen, işte tam da burada Barbu’nun gözünden anne Cornelia’yı izleme imkânı verir bize. Her koşulda, her zaman kendi doğru ve gerçeklerini dayatan bir anneyi ve bunun neticesinde anneye karşı çocukta oluşan güvensizliği ve sevgisizliği görürüz. Sahnenin devamında, Cornelia oğlunun tüm uyarı ve ricasına rağmen, kendi istediği spreyi almıştır. Sprey bahanesiyle Barbu, eteğindeki tüm taşları döker, daha doğrusu adeta o taşları annesine fırlatır. Cornelia yine de ısrarla kendi aldığı spreyin daha pahalı ve kaliteli olduğundan bahseder ve esas sorunu görmezden gelir. Ürünün pahalı ve kaliteli olması, onun iyi bir anne olması için yeterlidir ona göre. Filmdeki “sprey” metaforu çok ilginçtir, çünkü burun spreyi Barbu’nun aldığı nefese, bizatihi hayatına denk gelmektedir ve bunu bile nereden, nasıl, ne kadar, ne şekilde alması gerektiğine karışan bir annesi vardır. Bu durum karşısında Barbu artık nefes alamaz hâle geldiğini, boğulduğunu hisseder. Barbu’nun küfrederek duvara fırlattığı sprey, aslında çocukluğundan beri taşımaktan yorulduğu ve artık istemediği, annesinin çıkarcı ve bencil ebeveynliğinden başka bir şey değildir.

Fakat Cornelia durumu hiçbir şekilde üstüne alınmaz ve bu krizi oğlunun terbiyesizliğine, kıymet bilmezliğine ve Carmen’le olan ilişkisine yorar. Filmin bu sahnesi, aile ile çocuk arasında gelişmesi mümkün bir çürümüşlüğü tam da burada ürkütücü savını kucağımıza bırakır… Kendini, hayatının hiçbir safhasında ifade edememiş bir çocuk ve ona bugüne kadar vermediği sevgiyi şimdi cüretkâr bir şekilde ondan talep eden bir anne var karşımızda. Ve bu anne, anne olmanın üstünlüğünü çocuğuna her sahada hissettiriyor. Çocuk ise davranış olarak ayna görevini görmekten başka bir şey yapmıyor aslında. Bu aynada kendini göremeyen anne ise beklentilerine hep haklı gerekçeler buluyor ve annelik onun arkasına sığındığı bir statü hâline geliyor. Bu sekansta çatışma bir düğümün açılma teklifi gibi sunulmuş olsa da maalesef ki iplerin iki tarafın elinde de koptuğunu görüyoruz. “Çocuk pozu” yogada rahatlama anlamına gelirken, Rumence yazılan ölüm raporlarındaysa cesedin pozisyonunu tarif etmek için kullanılır. Hiç kuşkusuz filmin başarısında, bu çok katmanlı ismin derinliğinin ayrı bir etkisi var.

Her şey olması gerektiği kadar gerçek, her şey olması gerektiği kadar sahte

Yönetmen, sınıflar arası ayrılıkları, yaşanması en olası tesadüflerle, trajik fakat şeffaf bir üslupla seriyor önümüze. Üst metninde her ne kadar sınıf farklılıklarını irdeliyor gibi gözükse de, filmin asıl niyeti çocukların gözünden ebeveynleri irdelemek. Zaten filmin derdi, seyirciye bir trajediyi ona sebep olanların gözleriyle göstermek istemesi.

İtiraf edemesek de her birimizin içinde Cornelia’dan ya da Barbu’dan bir parça var.
İtiraf edemesek de her birimizin içinde Cornelia’dan ya da Barbu’dan bir parça var.

Filmde sahte bir umut yüklemesi göremeyiz. Her şey olması gerektiği kadar gerçek, her şey olması gerektiği kadar sahtedir. Hikâye seyirciye açıldıkça anlarız ki Cornelia’nın maddi ve somut olan “her şeyle” başa çıkma becerisi, manevi ve soyut olan “her şey” karşısında tükeniyor. Filmdeki en önemli meseleyse, karakterlerin hakikatle yüzleştikçe, bencillikleriyle iç dünyalarında açtıkları derin kuyulara, birbirlerini acımdan itmeleridir. Ve gelelim filmin en önemli sekansına. Cornelia, Carmen ve Barbu’nun aynı araba içerisinde ölen çocuğun evine gittikleri sahne. Araba durur, Cornelia arka koltukta oturan Bambu’yu arabadan inip kendisiyle birlikte ölen çocuğun evine gelmesi için ikna etmeye çalışır ve bunu başaramayınca da Carmen’e döner “Sen gel bari benimle ne de olsa yabancısın.” der.

  • Ve ikisi birlikte eve girerler. Bilindik bir köy evidir burası. Ölen çocuğun anne ve babası önce sükûnetle karşılarlar onları. Baba bir süre sonra, Cornelia’nın kendi oğlunu adaletsizce savunması karşısında dayanamaz ve gözyaşları içerisinde “Oğlum sokakta köpekler gibi ölmeyi hak etmiyordu, biz onu sevgiyle büyüttük” der.

Cornela nın oğlunu yetiştirmek için sarf ettiği çabaların içinde eksik olan tek şey ise oğlunu “sevgiyle büyütmek” arzusudur. Bu gerçek Cornelia’nın yüzüne acı bir şekilde çarpılmasına rağmen, oğlu için yaptığı tek şey onun tarafından evladı öldürülmüş acılı bir anneden “geleceği parlak” olan oğlunun bağışlanmasını istemektir. Buna gerekçe olarak da acılı ailenin ikinci bir çocuğu olduğunu ama kendisinin Barbu’dan başka bir çocuğunun olmadığını ileri sürer. Bu sahne hem filmin başında Guta’nın Cornelia’ya söylediği söze gönderme yapar hem de Cornelia’nın değişmeyen duygu durumunun bir kez daha altını çizer. Cornelia sahne boyunca ağlar ve af diler ama bu ağlayışında kesinlikle karşı tarafın acısını içselleştirmeye dair bir çaba yoktur; tüm imkânlarının işe yaramazlığına, yenilgisine ve çaresizliğinedir bu defa ağlayışı.

Cornelia’nın sahip olduğu o aldatıcı parlak dünyasının ışıkları, acılı ailenin onuru ve öfkesi karşısında birden kararır.

Ve burada ilk kez Cornelia’nın silikleştiğini ve kendini gördüğü dev aynasının çatladığını ve kırıldığını görürüz. Arabaya geçip şoför koltuğuna oturan Cornelia ağlamaya devam etmektedir. Dikiz aynasından, kendi evinin önünde elleri cebinde onlara bakan acılı babayı görürüz. Babanın o hâlini gören Barbu, “Anne kilidi açar mısın?” der. Arabanın arka kapısının kilidi, Cornelia tarafından isteksizce, mecburiyetten açılır. Bu sahne, gücün artık Barbu’ya geçtiğinin ve onun annesinin kararlarından bağımsız bir insan olmaya doğru attığı ilk adımın göstergesidir. Sahnenin devamını dikiz aynasından Cornelia nın gözünden izleriz…

İtiraf edemesek de her birimizin içinde Cornelia’dan ya da Barbu’dan bir parça var. Her birimiz birbirimizin hayatında atılmayan adımlara ve aşılmayan duvarlara denk düşüyoruzdur belki de. Çingeneler Zamanı’ndaki Perhan’dan bir sözle bitireyim;

“Kendime yalan söylemeye başladığımdan beri kimseye inanmıyorum”.