Aşk robotları aşar, aşk sürprizdir

Güven Adıgüzel
Güven Adıgüzel

Perilerin dili, kararsızlar dağıldıktan sonra, papağanın vaazı kitaplarından tanıdığımız; Şair/yazar Güven Adıgüzel ile aşkı, sevgiyi ve bu iki kavramın güncel bağlamda insan hayatındaki yerini Cins için konuştuk.

Yunus ve Karacaoğlan âşık olmasaydı ne değişirdi?

Bunu bilmek zor. Yunus ve Karacaoğlan âşık olunca, biz de âşık olmuş sayıldık mı, emin değilim. Şuradan ilerleyebiliriz, toplumsal hafızanın kayıt altına aldığı, bu hafızada yaşamayı başaran şeylerin kendi içine doğru derinleşen güçlü hakikatleri oluyor, nihayetinde bu topraklarda yaşayanların o hakikati tanımalarını bekleyebiliriz. Yunus ve Karacaoğlan böyle imgeler. Onların sevdiği, anladığı, gördüğü halleri kıymetli bulduğumuz ölçüde yerlerini tahkim edebildiler zaten. Evet bu yüzyıllar sürdü. Şiir formundaki o derin sadeliğin içinden bakabilmeyi de anlamlı saydık/bildik her zaman. Sözlerini, kalp temrinleri olarak anladığımızı düşünüyorum. Nihayetinde ne değişirdi onlar âşık olmasaydı, dünyanın yörüngesi bir milim bile yerinden oynamazdı belki. Ama bizim ruh yörüngemiz o kadar sağlam duramazdı yerinde, aşkı o kadar Türkçe duyamazdık mesela. Kalbin hakikatinin aşktan başka bir şeye tekabül etmediğini unutabilirdik. Sevgili ile En Sevgili arasındaki yolun anlamını idrak etmekte zorlanabilirdik. “Bir umudumuz var, o da yârdadır”, diyebilmenin ferahlığına erişemezdik.

Kavuşmak neden gavurdur? Kavuşunca feda edilen nedir bu dünyada?

Kavuşmakta bir gavurluk yok, aşıklığın hükmü vuslatla sona eriyor sadece. Bu soruyu doğuran şiirden mülhem bakarsak, Orhan Gazi, düğünü basarak Holofira’yı almış, Tekfurun kızını iki fatih anası Nilüfer Hatun yapmıştır son tahlilde. Kavuşamamayı kutsamanın, aşığın çilesinin hikâye edilmesiyle doğrudan bir ilgisi var. Hayatımızın merkezinde yer bulan -bu bağlama dahil- sanatsal üretimlere baktığımızda, herkes sevdiğine kavuşsaydı dünya çok sıkıcı bir yer olurdu sonucuna ulaşabiliriz. Herkes sevdiğine kavuşsaydı da, varsın dünya çok sıkıcı bir yer olsa mıydı? Buna gönülden, kocaman bir evet diyemiyorum.

Aşık kavuşursa, yolculuğunu feda etmiş olur. Bazen buna değer, bazen de hayalin güzelliğinden, gerçekliğin soğuk-sıkıcı evresine geçtiğine pişman olur aşık. Leyla ile Mecnun’un aynı evde elektrik faturası üzerine yaptıkları hasbihal gibi. Vuslat mı hasret mi, adını sen koy. IV. Murat’ın kalbine “Bağdat’ı almaya çalışmak, Bağdat’ın kendinden daha mı güzeldi ne?!” sorusunu düşüren çok yaman bir duygudur bu. Kavuşmak gavur değildir elbette, hayatın kendisi çok sert sadece.

  • IV. Murat’ın kalbine “Bağdat’ ı almaya çalışmak, Bağdat’ın kendinden daha mı güzeldi ne?!” sorusunu düşür en çok yaman bir duygudur bu.

Türk kahraman kültünde o savaşan, düşmanı vuran, canavarı alt eden kahramanın büyük hikayesinin içerisinde, hep bir yerlerde sevdalandığını görüyoruz. Bu konu hakkında neler söyleyebilirsin abi?

Kahraman yola çıkıyorsa, hikâye -temel motivasyon açısındangörünen’in dışındaki daha önemli/yüce bir nedene/gerekçeye ihtiyaç duyar. Yolculuğu, yalnızca kuru cihangirlik eylemleri üzerinden kurmanın, kahramanla özdeşliği zedeleyebilme ihtimali mevcuttur. Biz öyle inanırız ki; yiğidin kalbinde sevdası yoksa, bileği pek yavan olur. İçindeki çıra tutuşacak ki, şöyle aşk ile kılıç üşürsün düşmana doğru. Sevda beladır ama yiğit bile-isteye bulaşır bu belaya. Kılıcı da parladıkça parlar böylece. Aşk da bir liyakat olur aslında bu kahramanlığa.

Şairin “sevgiler ürkütsün seni aşk ayrı” dediği yerde… aşk ve sevgi biri göçebe biri yerleşik iki duygu. Sevginin ürkütmesini sorsam sana bu şiir bağlamında?

Sembolizm açısından oldukça zengin, imajları yoğun bir anlatımın, devrimci sesle işitildiği o İsmet Özel şiirinden (Mazot) bahsediyoruz, bu iyi. Buradaki sevgilere karşı koyulan şerh’i, şehirdeki mecburiyetler ve içinde bir parça sahtelik barındıran haller olarak anlıyorum. İnsan bundan ürkmeli. Ama çarkların gövdesinde aşka hemen ayrıcalık tanıyor şair. Kırdaki vazgeçilmez ırmakların sesinden, kentteki çekiçlerin sesine doğru aşktır diye gelmeyi devrimci sayıyor mesela. Asıl aşk, ırmaklardan vazgeçmeyi -savaşılan ideal uğruna- göze alırken yaşamayı düşlemektir.

Şiirin dışına çıkarak, içgüdüden su içen aşk ile ruhun içinden doğan sevgi kavramları hakkında konuşacaksak eğer; aşkı görme engelli bir coşku olarak kabul edip, sevgiyi bilinçli bir bağ ve apaçık/duru bir görme’ye hizalayan Ali Şeriati’nin tarafındayım. Merhametli bir sevgi bağının yüceliği karşısında saygıyla eğilirim. Evet şairane duran, bencil, kıskanç, huzursuz, tutkun olan aşktır, bize yakışan hatta. Ama sığınak, aydınlık, sekînet ve huzur sevginin adlarıdır. Aşk yanardağlar gibi patlar, sevgi, o közün yavaş yavaş tutuşmasıdır. Aşk göçebeliği çağrıştırır evet, uçarı, fırtınalı ve tek kişilik bazen. Sevgi merhametle kök salar, kocaman elleriyle hayatı avuçlar ve iki kalbi bütünler. Bize göre olan aşktır belki yine de, ama yalnızca sevgi iyileştirir insanı.

Aşk demişken… Geçenlerde yapılan bir araştırmada, yeni nesil gençlerin tekrardan arabesk dinlemeye başladığı ve oranın da yüksek olduğu belirtildi. Arabesk, teknoloji çağındaki bu gençleri nasıl yakaladı abi?

Elimizde analiz edilecek kadar net bir istatistik var mı bilmiyorum. Genelde retro ve vintage mevzular oluyor bunlar. Ama etrafta arabesk dinleyenleri görüyorum. 18 yaşında Cengiz Kurtoğlu’nu keşfeden, Bergen’i bilen, Müslüm’ün sesine hayran genç insanlar tanıyorum. Her şeyin tükendiği/tüketildiği bir çağda arabeskin anlam dünyasını konuşabiliriz o halde. Son tahlilde fedakârlık, çok sevmek, adanmışlık gibi bugüne/bugünün ilişki biçimlerine çok yabancı ama samimiyet içeren yalansız şeylerden bahseden bir müzik bu. Majör icracıları dışında, keşfedilmeye müsait derya-deniz bir arşive de sahip. Şunu da gözden kaçırmamak gerekir; arabesk, doğumu devlet eliyle gerçekleştirilmiş olsa da bu toprakların kültürel kodlarına ait bir müziktir. Sivil ve protesttir. Bu verimli tarlaya ara ara dönülür mutlaka. Genç kuşaktaki arabeske olan ilgiyi, sahicilik/samimiyet arayışıyla ilişkilendiriyorum. Böylesi bir müzikal arayış, her dinleyiciyi mutlaka arabeske ulaştırır.

Bazı insanların, aşk ve sevgi üzerine konuşulurken gençlere Mevlâna ve Yunus Emre üzerinden, çok üst düzeyde bir aşk vaazı verdiğini görüyoruz. Ve gençler kendi aşk duygularını bizatihi suçluluk ve yetersizlik üzerinden algılıyor. Bu konu hakkında ne düşünüyorsun abi?

İmanın yeter şartı sevmektir. Birini sevmek ayıp ya da hafiflik değildir elbette. Beşere yakışan sağlıklı ve fıtri bir hal bu. İnsan bazen bir kalbi olduğunu hatırlamaya ihtiyaç duyuyor gerçekten. Gençsen âşık olursun, okuldan kaçarsın, dünya değiştirilebilir zannedersin, temiz havayı ciğerine çekersin, şiir okursun, bürokrat gibi konuşmazsın falan. Bunlar olur. Söylediğin bağlamda, mutasavvıfların Allah’a duyulan derin muhabbetle ilişkilendirdikleri ilahi aşk kavramı da, iki gönül arasındaki yolun ulaştığı yegâne yerdir zaten. O’nun nurundan bir parçadır sevgin/sevdiğin. Yaratılan sevilir. Beşerî aşk ile ilahi aşk, aynı yolculuğu anlatır aslında. İnsanı sevmekle başlar her şey.

Aşkları ve sevgileri piyasa ve dünya sistemi belirleyebilir mi? / “Robotlar her şeyi yaparlar ama aşkı yapamazlar” diyen Neşet Ertaş haklı çıktı mı?

Şimdi uzun bir kültür endüstrisi nutku çekmek istemem. Bunu belirlemeye güçlerinin yetmemesini dilerim. Hatırlarsanız, robot şair Deniz Yılmaz’ın yayımlanan ilk şiir kitabı ‘’Diğerleri Gibi’’ Neşet Ertaş’ı haklı çıkarmıştı zaten. Kâinat kurulduğu günden beri, aşkı değil anlamak, tanımlayabilmek bile henüz mümkün olmadı. Robotları aşar bu mevzu. İnsan sürprizdir.