Baba yorulmaz

“Bıdı bıdı yap evlat, sesini duymaya geldim. Baba yorulmaz..”
“Bıdı bıdı yap evlat, sesini duymaya geldim. Baba yorulmaz..”

Serin köy havasının hafif kırıldığı bu sobalı odada yine her şey, babası ve anasının hayatta oldukları zaman nasılsa, öyle duruyordu adeta. Küçük insani müdahalelerle değişmiş birkaç köşesi olmasa, zamana bu kadar direnen bu evin, yüz yıl öncesinden bu zamana ilahi bir yöntemle geldiğine yemin edebilirdi görenler. Tüm duvarlarda gözlerini gezdirip hamdetti ve köşedeki küçük beşiğe çevirdi kafasını. İnce bir gülümseme yayıldı yüzüne…

Kamyonun yarı aralık camından gelen serin havayı da avuçlayarak, yüzünü sıvazladı Memduh, kısa sakalı biraz canını sıkmıştı ama şu an için yapacak bir şey yoktu. “Hele eve bir varayım, gerisi kolay.” diye düşündü.

Rahmetli babasını ikna edip kamyon sırtına çıkalı neredeyse 15 yıl olmuştu ve şoförlüğün tüm zorluklarına rağmen, bu meslek için yaratıldığına duyduğu inancı o günden beri hiç kaybetmemişti.

Direksiyonu köye kırıp ana yoldan ayrıldığında, güneş dağın öte yanına aşmış, son ışık huzmesini salıyordu ovaya. Rahmetli babasını ikna edip kamyon sırtına çıkalı neredeyse 15 yıl olmuştu ve şoförlüğün tüm zorluklarına rağmen, bu meslek için yaratıldığına duyduğu inancı o günden beri hiç kaybetmemişti. Üç öküz parasına alınmış köhne bir kamyonetle ilçeden ilçeye nakliye işlerine baktığı o ilk şoförlük günlerinde hayalini kurmuştu bu kırmızı Ford’un, şimdi de bütün heybetine yakışır şekilde asfaltların tozunu atıyordu can yoldaşıyla. Evlendikten sonra hiç terk etmediği bir alışkanlık edinmişti Memduh, bir şehirden bir başkasına yük aldığında ne yapar eder, yükün ehemmiyetini de gözeterek mutlaka güzergâhı kendi köyünden geçecek şekilde ayarlardı ve birkaç saatliğine de olsa, günlerce görmediği ve belki yine günlerce göremeyeceği ailesiyle kısa da olsa hasret giderirdi. Şimdi de Trabzon limanından aldığı yükle Tokat’a uğramıştı ve sabaha karşı, Bursa’da yükü teslim edeceği fabrikaya doğru yola çıkacaktı nasipse.

  • Koca kamyon hafif hırıltılarla köyün içinden geçip, harmanlık tarafta kalan ve sağ tarafı temiz bir bahçeyle çevrili babadan kalma eve yaklaşırken, ön kapıda ışık yandığını gördü aniden.

Güleser, sevdiği adamın geldiğini daha köye girdiğinde görmüş ve kapı önüne çıkmıştı bile. Anasına “Vermezseniz ya kaçarım ya ölürüm.” diyerek rest çekip bu evliliğin gerçekleşmesini sağladığından sevdiği adam dâhil hiç kimsenin haberi yoktu, iradeli kadındı Güleser. Birçok güçlüğü birlikte yendiği kocasıyla en büyük hayalleri de yıllar sonra gerçekleşip, tek evlatlarını kucaklarına aldıklarında, dünyanın en mutlu insanıydılar.

Hava tahliye sesleri arasında, olduğu yerde bağdaş kurup oturmuş gibi görünüyordu şimdi kırmızı kamyon. Ardından kapıyı açıp bütün heybetiyle aşağı indi Memduh. Tampona ve ön lastiklere bir bakıp eve doğru döndü tüm gövdesiyle ve kendisini kapıda karşılayan sevdiğine gülümsedi. O önde, Güleser arkada içeri girdiler. Serin köy havasının hafif kırıldığı bu sobalı odada yine her şey, babası ve anasının hayatta oldukları zaman nasılsa, öyle duruyordu adeta. Küçük insani müdahalelerle değişmiş birkaç köşesi olmasa, zamana bu kadar direnen bu evin, yüz yıl öncesinden bu zamana ilahi bir yöntemle geldiğine yemin edebilirdi görenler. Tüm duvarlarda gözlerini gezdirip hamdetti ve köşedeki küçük beşiğe çevirdi kafasını.

İnce bir gülümseme yayıldı yüzüne ve sakal tıraşı olmak için banyoya yöneldi.

Güleser sofra hazırlığına giriştiğinde, banyodan çıktı Memduh. Yüzünü kurulayıp tütün kolonyasını süründükten sonra, biricik yavrusunu uykudan uyandırma pahasına kucaklamak için beşiğinin başına geldi. İşte tüm hayatı boyunca yaşadığı en büyük mutluluk olan oğlu Yusuf, mahmur gözlerle kendisine bakıyordu yattığı yerden. Uzanıp oğlunu kaldırdı ve doyasıya bağrına bastı. Öpüp koklaşmaları birkaç dakika sürdü baba oğulun, gözlerinin etrafı gittikçe kızararak izledi onları uzaktan Güleser. Bir yiğidine baktı, bir kucağındaki goncasına; iç çekip, su doldurdu bardaklarına.

Yusuf’un ay gibi parlayan yüzüne daldı Memduh, hayranlıkla seyretti oğlunu.
Yusuf’un ay gibi parlayan yüzüne daldı Memduh, hayranlıkla seyretti oğlunu.

Yusuf’un ay gibi parlayan yüzüne daldı Memduh, hayranlıkla seyretti oğlunu. Ufaklığın gözleriyle bir şeyler anlatmaya çalıştığını fark etti ardından, aylardır yaptığı gibi. İki sene önce hastanede onu ilk kez kucaklarına aldıklarında akıllarına bile gelmeyecek şeyi, aylar sonra gittikleri rutin bir kontrol sırasında doktordan duyduklarında ne yapacaklarını bilememenin ızdırabıyla kahroldukları günü hatırladı sonra.

Oğulları normal bir şekilde büyüyecekti, herhangi bir sağlık sorunu yoktu; ama hayatı boyunca asla konuşamayacaktı. Önceleri inanmak istemeyip, sabırla bir ses çıkarmasını, tek kelime etmesini bekleseler de insanı yıpratan günler ve gecelerden sonra mecbur kabullenmişlerdi bu ağır imtihanı. Şimdi yine zavallı ufaklığın babasına duyduğu sevgiyi ve uzun zaman sonra gördüğünde yaşadığı mutluluğunu gözleriyle ve ellerinin devinimiyle anlatmaya çalışmasının burukluğunu paylaştılar sessizce. Sanki, oğulları bu hâldeyken kendileri konuşursa en büyük günahı işleyeceklermiş gibi, utanarak, birbirlerinin gözleri hariç evin her yerinde gezdirdiler bakışlarını.

  • Sofradaki yemekler soğurken, sevimli yavrucak hâlâ gözlerini anne babasının gözleriyle buluşturup, belki de bu sabah bahçede gördüğü kedi yavrusundan bahsetmeye çalışıyordu.

Akşam iyiden iyiye çökmüştü köye, uzak ulumaları birbirine karışıyordu artık bekçi köpeklerinin. Bir bulutun ardından salınarak çıkan dolunayın ışığıyla yıkanıyordu bu asimetrik yerleşim biriminin ücra köşeleri. Hafif bir dumanın tüttüğü temiz bahçeli bir evin önündeki kırmızı, dev gibi bir kamyonun arkasında, resim öğretmeni olma hayaline hiç kavuşamamış bir tabelacının titiz el yazısıyla nakışlanmış bir kamyon arkası yazısı hüzünlü bir levha gibi parlıyordu ay ışığında;

“Bıdı bıdı yap evlat, sesini duymaya geldim. Baba yorulmaz..”