Barbarlardan yana, daima!

1917’de Avrupa’nın doğusunda aç bir canavar dünyaya gelmiş.
1917’de Avrupa’nın doğusunda aç bir canavar dünyaya gelmiş.

Şu an bulunduğumuz ya da “sıkıştırıldığımız” toprak parçasından ibaret bir anlam değiliz, sıklıkla öyle olduğu söylenecekse de değiliz ve olmayacağız. Bizim anlam haritamızın ufuk mesafesi, gönül coğrafyası olarak adlandırılabilecek buzkıran bir ölçeğe tekabül eder.

Avrupa’nın ortasında 7 yaşında bir çocuğun şahit olduğu o travmatik manzara. Bacakları kopmuş bir adamın koltuk değneklerine tutunarak cepheden eve dönüşü.

“Barbarlardan yana” saf tutmuş olmanın dehşetli resmi asılıdır çocuğun boynunda. Mağripli bir anne ile cepheden yeni dönmüş Fransız bir babanın getirdikleridir 7 yaşındaki Roje Garodi’nin kalbine düşenler; “Bu dönüş bir sevinç falan getirmiyor. Çünkü babam, bir anlam veremediğim çok fazla acıdan dolayı asabi. Annem bizi aç bırakmamak için günlük savaşına başlıyor. Bu yoksulluk, soframızı ve binlerce başka sofrayı kemiriyor. Gazeteler ona enflasyon diyorlar. Anlamadığımız ama bizi korkutan bir hastalığın veya bir kâbusun adı bu enflasyon. Evin duvarları arkasında başka bir savaşın yankılarını işitiyoruz. Bir yandan sıkıntı ve feryatlar, öte yandan üniformalar ve silah sesleri. Tarih kitaplarında bunlardan bahsedilirken “1920 grevleri” deniyor.

“Barbarlardan yana” saf tutmuş olmanın dehşetli resmi asılıdır çocuğun boynunda. Mağripli bir anne ile cepheden yeni dönmüş Fransız bir babanın getirdikleridir 7 yaşındaki Roje Garodi’nin kalbine düşenler.


Yedi yaşımdayım ve tüylerim diken diken. Bunlardan korkmak mı yoksa umutlanmak mı gerekiyor diyebilmek için babamın yüzüne bakıyorum. Babam hiçbir şey demiyor. Daha sonra on yaşıma geldiğimde, “enflasyon” bütün meyvelerini veriyor: Ortalıkta dişlerini gıcırdatan, iflas etmiş eski zenginler; eğlence ve sefahatle kokuşan yeni zenginler ve yumruklarını sıkan ebedi yoksullar. Bize anlattıklarına göre, 1917’de Avrupa’nın doğusunda aç bir canavar dünyaya gelmiş. Küçük çocukları yiyormuş. Her sokakta dişleri arasında bıçağıyla bir adamı gösteren afişler bizi dehşete düşürüyor. Gazeteler Güney’de de ürkütücü şeylerin olduğunu yazıyor: Abdulkerim Fas’ı, Dürziler Suriye’yi istila etmiş. Bizler, biz çocuklar, insanların bizzat kendi ülkelerini nasıl istila ettiklerini anlamıyoruz. Gazeteler bu isyanlardan ‘barbarlığın uyanışı’ diye söz ediyor. Belli belirsiz bir şekilde, kendimi barbarların yanında hissediyorum. Onların kanına sahip olduğumu sanıyorum.”

Türkiye, Türkiye’den büyüktür” felsefesini de coğrafyanın ufkundan taşan siyasi-kültürel bir devinim biçimi olarak anlayabiliriz. Hayır, anlayabiliriz değil, anlamalıyız.

Bizim anlam haritamızın ufuk mesafesi, gönül coğrafyası olarak adlandırılabilecek buzkıran bir ölçeğe tekabül eder.
Bizim anlam haritamızın ufuk mesafesi, gönül coğrafyası olarak adlandırılabilecek buzkıran bir ölçeğe tekabül eder.

Kömür gözlü Türkiye!

Şu an bulunduğumuz ya da “sıkıştırıldığımız” toprak parçasından ibaret bir anlam değiliz, sıklıkla öyle olduğu söylenecekse de değiliz ve olmayacağız. Bizim anlam haritamızın ufuk mesafesi, gönül coğrafyası olarak adlandırılabilecek buzkıran bir ölçeğe tekabül eder.

Tarih böyle söylüyor. “Türkiye, Türkiye’den büyüktür” felsefesini de bu bağlamda coğrafyanın ufkundan taşan siyasi-kültürel bir devinim biçimi olarak anlayabiliriz.

Hayır, anlayabiliriz değil, anlamalıyız. Bu toprakların tarihsel anlamıyla bir bağ kurabilmek ancak koşulsuz bir aşkla mümkündür. Bu aşka talip olmak bile ağır yük, öyleyse omuzlarımız buralıdır! Aşk ile bir daha; “Oturmuşuz şurada ne derdimiz olacak / çocuklar, ev kirası, kömür gözlü Türkiye!”

Jeffrey Lang
Jeffrey Lang

Melekler soruncaya kadar

Amerikalı Matematik Profesörü Jeffrey Lang, İslam’a giriş hikâyesini anlattığı “Even Angels Ask: A Journey to Islam in America / Melekler Soruncaya Kadar” isimli eserinde “ilk namaz” tecrübesine dair yazdıklarıyla, donmuş bir gölü kalbinin elleriyle tutup azametli bir yanardağın içine batırıyordu sanki. İnsan olmaktan ve dünyaya düşmekten başlayan o sancılı huzursuzluğu temize çekecek düzeyde bir duygu yoğunluğunun ortasından ruhumuza seslenen bir rüzgâr.

  • Müslüman bir ailenin -hatta İslam kültür evreninin- içinde nispeten travmasız büyümüş insanlar için ürpertici sayılabilecek bir güzelliği var Lang’in yazdığı bu satırların. İbadetler, ritüeller, kalbimizde büyüyen boşluklar, dünyaya günbegün çaktığımız çiviler ve o derin aşksızlıklar.

Anlatmakta usta yaşamakta acemi olduğumuz bir din ve inandığımız ama “güvenmediğimiz” bir Tanrı. Ve elbette biriktirdiğimiz onlarca günah. Korku ve titreme, korku ve yakarış, korku ve iman, korku ve keder. Hayır, bir hidayet güzellemesine yakalanmadınız. O donmuş gölü, bulabildiğimiz en yakın yanardağın içine batırmadan konuşmak çok zor çünkü, kalbin zor’u… Evet, usta anlatıcı aradan çekilmeli, acemi kul kalmalı geriye belki de.

Hepimiz ayrı ayrı uzak yollardan geldik, kendi uzağımız Lang’in uzağından berî değildir elbet, o hâlde bağışlanmayı dileriz en çok. Ürpertici güzelliğin anlatıldığı o çölden bir kum tanesi mesela.

  • Emrolunduğu gibi dosdoğru ve bir yanardağın içinde gönüllü ikamet. Belki hiç düşünmedik bile bunu, evet “ilk namaz”, donmuş bir göle hasredilmiş ilk balta darbesi ya da. Buz gibi bir huzur;

“…Bir müddet tereddüt ettikten sonra derin bir nefes aldım, başımı seccadeye koydum, zihnimdeki bütün düşünceleri attım, dikkatimi dağıtacak düşüncelere yer vermeden ikinci secdeye de vardım. Bu esnada kendi kendime ‘Daha önümde üç tur daha var’ diye düşündüm ve kararlıydım: Neye mâl olursa olsun bu namazı tamamlayacağım. Kalan rekâtlarda işler gittikçe daha da kolaylaşıyordu. Son secdede tam bir sükûnet hissettim. Nihayet teşehhütten sonra selam verdim. Selamdan sonra bulunduğum yerde olduğum gibi kaldım, geriye dönüp nefsimle giriştiğim savaşı aklımdan geçirdim, bir savaştan çıktığımı hissettim, sonra başımı önüme eğerek mahcup bir şekilde ‘Allah’ım geri zekâlılığımdan ve tekebbürümden dolayı beni bağışla, uzak bir yerden geldim ve daha önümde kat edilecek uzun bir yol var’ diye dua ettim.

Bu esnada daha önce hiç yaşamadığım bir şeyi hissettim. Bunu kelimelerle ifade etmek mümkün değil. Vücudumu, kalbimin bir noktasından çıktığını hissettiğim ve anlatmaktan aciz kaldığım bir dalga kapladı, soğuk gibiydi. İlk etapta irkildim, vücuduma olan etkisinden ziyade garip bir şekilde duygularımı etkiledi ve görünür bir rahmetin varlığını hissettim. Bu rahmet sonra içime nüfuz ederek içimde kaynamaya başladı. Sonra sebebini bilmeden ağlamaya başladım, ağlamam artıp gözyaşlarım aktıkça rahmet ve lütuftan oluşan harika bir gücün beni kucakladığını hissettim. Günahkâr olmama rağmen, günahlarımdan veya utanç ve sevinçten dolayı ağlamıyordum. Sanki büyük bir set açılmış ve içimdeki korku, keder sel olup gidiyordu…”