Binlerce yıl sonra göçebeliğe dönüş

Modernizm nimetleri tüm dünyaya hızla yayılırken insanlar işsizlik, açlık, kuraklık, iç savaşlar, sürgün gibi sebeplerle zorunlu olarak göç ediyor.
Modernizm nimetleri tüm dünyaya hızla yayılırken insanlar işsizlik, açlık, kuraklık, iç savaşlar, sürgün gibi sebeplerle zorunlu olarak göç ediyor.

Hem mülteci üreten hem de mültecileri kabul eden ülkelerin neredeyse tamamını Müslüman veya gelişmekte olan ülkeler oluşturuyor. Birleşmiş Milletler verilerine göre 2020 yılı sonu itibarıyla dünyada 82,4 milyon kişi zorla göç ettirildi. Bu insanların sayısı şu an İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en yüksek seviyede.

  • "Ölümün ve göçün dokunmadığı tek nesne var mıdır ölüm yok eder göç değiştirir kendisi kalamaz kimse"
  • Gülten AKIN

Göç olgusu, insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanoğlu yüzyıllardır savaşlar, sürgünler, açlık, işsizlik veya doğal nedenlerden ötürü yaşadığı yeri terk edip yer değiştirmiştir. Bu yer değiştirme sadece fiziksel bir durum değil, sosyal yapıyı da tümden değiştirip dönüştüren sosyal bir olgudur. Çünkü nüfus toplumun tüm katmanlarını etkiler. Bu etki zaman içinde küreselleşmeyle birlikte farklı bir boyut kazanır. Küreselleşmenin tarihini kapitalizmle başlatmak mümkün. Kapitalizm bireyi, ürünleri ve hizmeti ulusal sınırların dışına çıkararak dünyada sınırsız bir dolaşıma sokar. Yeni ulaşım ve iletişim imkânları sayesinde tüm dünya bir pazardır, insanlar da bu pazarda ülke fark etmeksizin işgücüne katılabilir. Tarihsel olarak baktığımız zaman bu süreci köle ticareti, sömürgecilik akınları, mübadeleler, misafir işçilik gibi farklı şekillerde bazen devletin bazen küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda toplulukların sürüklenmesi biçiminde görürüz. Bu durumda Avrupa ülkelerinin hem kolonizasyon döneminde yaşadığı dış göçler, hem de sanayileşme ile birlikte yaşadığı iç göçler sebebiyle şiddetli bir biçimde etkilendiğini ve batı toplumlarının tamamen göçlerle şekillendiğini söylesek yanlış olmaz.

Sanayi Devrimi ile birlikte yaşanan göçler büyük bir toplumsal dönüşümü beraberinde getirmiş, toplumsal ilişkileri ve kurumları sil baştan tanımlamıştır. Özellikle Sanayi Devrimi'nin başladığı İngiltere önce kısa mesafeli kırsal göçlerle, sonrasında İngiliz kolonisinin uzak mesafeli göçleriyle sanayi kentlerinin nüfuslarını hızlı bir şekilde arttırdı. Örneğin 18. yüzyılın ikinci yarısında, Britanya adalarından ve kolonilerden İngiltere'deki sanayi kentlerine 1 milyondan fazla kişi göç etti. Anthony Giddens'a göre yaşanan bu yapısal dönüşüm, iş gücünün tarım sektöründen oldukça kısa bir sürede sanayi sektörüne kayması, sanayi toplumlarındaki toplumsal dönüşümlerin en önemlisi ve köklüsüdür. Çünkü bu değişim beraberinde kentleşmeyi de getirmiştir. Madalyonun öteki yüzüne baktığımızda son üç asırdır küresel göç hareketlerine yön veren Avrupa ülkelerinin, gelişen nüfuslarına yeni kaynaklar ve yerleşim yerleri bulmak için sömürgeler kurduğunu görürüz.

Bir taraftan milyonlarca Avrupalı, yayılmacı amaçlarla diğer kıtalara göç ederken, diğer taraftan sömürdükleri ülkelerdeki milyonlarca insanı köleleştirerek Kuzey ve Güney Amerika'ya taşıdılar. 1821-1924 yılları arası 55 milyon Avrupalı, Avrupa kıtası dışına göç etti ve yerlileri azınlığa düşürüp yeni devletler kurdular. Güney Afrika gibi yerlileri azınlığa düşüremedikleri yerlerde de ayrılıkçı sistemler kurup siyasal üstünlüklerini devam ettirdiler. 19. yüzyıla gelinip kölelik kaldırıldığındaysa, uzun süreli sözleşmelerle Güney Asya'dan insan gücünü toplayıp Doğu Afrika, Guyana, Jamaika gibi yerlere taşımışlardır.

Bu dönemi geçip Birinci Dünya Savaşı'nın sonrasına bakacak olursak imparatorlukların dağılıp onlarca yeni ulus devletin ortaya çıktığını görürüz. Ancak ulus devlet sınırları ve etnik nüfusların sınırları her zaman örtüşmediği için başka bir ulus devletin sınırları içinde kaldıkları da olur. Bu dönem yükselen milliyetçilik akımının etkisiyle, ulus devletler ülkedeki diğer etnik unsurları göçe zorlar. Bu kimi zaman karşılıklı nüfus mübadelesi şeklinde olurken kimi zaman farklı etnik ve dini kökenden olanlar zorunlu göçe tabi olur. Bu dönem göçlerine Osmanlı Devleti'nin Balkanlarda kaybettiği topraklardan Anadolu'ya gelen Türk ve Müslüman göçlerini, Rus Devrimi nedeniyle iç savaştan kaçan Beyaz Rusları ve Hitler'in iktidara gelmesinden sonraki dönemde kaçan Yahudileri örnek gösterebiliriz. İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki döneme bakacak olursak sömürgeciliğin en azından görünürde sona erdiğini Avrupalıların sömürdüğü Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkelerinde dini ve etnik temellere dayanan onlarca zayıf yeni devlet kuruldu.

Bu devletlerde gerçekleşen şiddet hareketlerini ve devamında seyreden süreçte milyonlarca insanın yurtlarından sürülmesini, mülteci durumuna düşmelerini net bir şekilde görmek mümkün. Sanırım en yerinde örnekler 1947'de Pakistan'ın Hindistan'dan ayrılmasıyla birlikte 14 milyon Hindu ve Müslümanın sığınmacı durumuna düşmesi ve 1948 yılında çeşitli ülkelerden kısa süre içinde gelen 250 bin Yahudi'nin Filistin'e göç etmesiyle yüzbinlerce Arap'ı topraklarından sürmesidir. 1950'ler sonrasında ise yıkılan Avrupa ülkeleri başta olmak üzere, ABD ve petrol zengini Arap ülkeleri ihtiyaçları olan iş gücünü karşılayabilmek adına üçüncü dünya ülkelerinden veya gelişmekte olan ülkelerden işçi göçü almaya başladılar. Başlangıçta bu göçlere "misafir işçilik" adıyla anılmış ancak zamanla kalıcı hâle gelmiştir. Özellikle Batı Avrupa ülkeleri Türkiye, Yunanistan, İtalya, Portekiz, İspanya gibi ülkelerle anlaşıp milyonlarca göçmen işçi aldı.

Soğuk Savaş Sonrası da göçler farklı şekilde devam etti. Bu sefer milyonlarca eski Sovyet vatandaşı kendilerine yeni bir yurt arayışına girdi. 1991 Körfez Savaşı da 1,5 milyon Kürt'ün Türkiye sınırından geçmesi ve toplamda 4 milyon kişinin göç etmesiyle sonuçlandı. Günümüzde göç olgusuna baktığımızda hepimizin farkında olduğu, çok iyi bildiğimiz bir gerçekle yüzleşiyoruz. Kapitalist Batı ülkeleri sermaye, bilgi ve malların dünya üzerinden serbest bir biçimde dolaşmalarını savunurken, insan hareketliliği ve iş gücünün dolaşımı hakkında serbest bir tavır takınmayıp, dışarıdan gelecek göçlere karşı en yüksek duvarları, en güçlü bariyerleri kurmakta. Hem mülteci üreten hem de mültecileri kabul eden ülkelerin neredeyse tamamını Müslüman veya gelişmekte olan ülkeler oluşturuyor.

Türkiye, 4 milyonu sadece Suriyeli olmak üzere dünyada en çok mülteci ağırlayan ülke konumuyla örnek gösterilebilir. Türkiye'yi Pakistan, Lübnan ve İran izlemekte. Birleşmiş Milletler verilerine göre 2020 yılı sonu itibarıyla dünyada 82,4 milyon kişi zorla göç ettirildi. Bu insanların sayısı şu an İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra en yüksek seviyede. İnsanlık 21. yüzyılı yaşarken teknolojik olarak en ileri seviyede olmasına rağmen devletler, toplumlar, bölgeler arasında eşitsizlik ortadan kalkmamış, küresel bir barış ve huzur ortamı inşa edilememiştir. Modernizm nimetleri tüm dünyaya hızla yayılırken insanlar işsizlik, açlık, kuraklık, iç savaşlar, sürgün gibi sebeplerle zorunlu olarak göç ediyor. Uzun süredir yerleşik olan insanlık, binlerce yıl sonra göçebeliğe geri dönüyor.