Bir Amerikan rüyası yalanı

Kurt Vonnegut
Kurt Vonnegut

Bulunduğu toplumun bizzat içinde; tümdelirmek hakkını elinde tutan ihtiyar bir karakterin soluğunu kulağında hissedecek mesafede. Her şeyden öte vicdanında; ayaklarını özenle kurduğu dönem eleştirisine sapasağlambasarak yazdı romanını Vonnegut.

KİM YAZDI?

Adı kulağınıza fısıldanmış her yazarın bilin ki muhakkak bir numarası vardır. Bu söylediğim hem hor gördüğümüz çok satanlar için hem de kimilerince öyle olduğuna kanaat getirilmiş yüksek edebiyat için geçerli. Okur, okuduğu kitabın yazarından daha seçici, sevmediği bir şeyi okumaz; okuyorsa da önermez. Instagram’da kahve yanına yapılan paylaşımlar bu minvalde öneri sayılmaz. Öneri dediğin yürekten olur, o kitapta yakaladığın bir şey vardır; seni heyecanlandıran bir şey; senden başkasının da görmesini istediğin, belki üzerine konuşmayı arzuladığın. Belki de sadece bir şakası, esprisi vardır kitabın. Bazen o bile yeter veya dili o denli kuvvetlidir ki tek solukta okursun ve nasıl tek solukta okuduğunu anlamazsın. Öyle sanıyorum ki buraya kadar anlattıklarımın tamamı Kurt Vonnegut için geçerli. Evet, Vonnegut; onu bir tavsiye ile okumaya başladım; Instagram’da görmedim. Hatta o zamanlar Instagram var mıydı ona bile emin değilim. Yürekten tavsiye etmişti arkadaşım; okuyayım diye kendi kitabını vermişti. O gün, bir daha uzun süre, başka bir kitaptan yakın bir lezzeti alamayacağımın farkında değildim.

NE YAZDI?

Kitap ne miydi: Şampiyonların Kahvaltısı ya da Elveda Pazartesi Kâbusu. Bir kitap ismi için fevkalade uzun olduğu düşünülebilir ya da düşünülmez. Vonnegut’ın kitabın jargonunu özetler nitelikteki sunuşu dâhil tüm kitabı bitirmem çok sürmedi. Bambaşka bir şeyle karşı karşıyaydım. Bir bilimkurgu yazarının acınası hâldeki sevecenliği ve başına gelen Amerikanvari tuhaflıklar bana alışılmadık olanı sunuyordu. Beklenmedik olanı beklediğin bir kitap desem Şampiyonların Kahvaltısı için galiba abartmış olmam.

Beklenmedik olanı beklediğin bir kitap desem Şampiyonların Kahvaltısı için galiba abartmış olmam.
Beklenmedik olanı beklediğin bir kitap desem Şampiyonların Kahvaltısı için galiba abartmış olmam.

NASIL YAZDI?

Kendine has bir üslup ve türlü Post-modern tekniklerle yazdı Vonnegut. Yazarın kendi hikâyesine müdahil oluşu, neden bilmiyorum ama beni her defasında heyecanlandırır, bu bağlamda Vonnegut benim ilkimdir. Ve tüm bozuk ilklere inat tekniği kusursuzdur. Onun üslubundan bahsetmişken, gayriciddi çizgileriyle romanı donatmış oluşundan bahsetmemek de mümkün değil. Öyle ki Şampiyonların Kahvaltısı sonrasında hangi Vonnegut kitabını okursam okuyayım o çizgileri aradı gözlerim. Ama sadece birkaç dakika kadar; çünkü birkaç dakika, Vonegut’ın beni tekrar yakalaması için yeterliydi. Birkaç dakikada Vonnegut romanına dâhil olamıyorsanız, belki de en iyisi okumamalısınız. Şaka şaka öyle katı kuralları yoktur Vonnegut’ın. Her ne kadar eşiyle evlenmeden bir sözleşme yahut bir nevi evlilik yönetmeliği hazırlamış olsa bile… Şaka şaka, hayır benim söylediğim değil evlilik sözleşmesi; devasa bir Vonnegut şakası; tıpkı romanları gibi gayet ciddi bir şaka.

NEDEN YAZDI?

Bir Amerikan rüyası yalanını gözler önüne sermek için… Bütün çıplaklığıyla, çirkinliğiyle. Kadına şiddeti, ırkçılığıyla, ihtiyar yalnızlıkları, ahlaksızlıklarıyla, kapitalizmi ve tüm çarpıklığıyla… Kocaman bir Amerikan rüyası yalanı. Üstelik bu yalanı öyle doğrudan işliyor, öyle nesneleştiriyor ki ahlaksızlığı, ırkçılığı ve diğer bozuklukları. Geriye sadece saf duygular kalıyor, şaşkınlık gibi, acıma ve sevgi gibi. Tepenin üstündeki şehri anlatan yazarlar gibi süsleyip püsleyip gizlemiyor var olanı veya çirkinliği arsızca, tüm utanmazlıkları ve şehvetiyle okuru da bu normalleştirilmeye çalışılmış paydaya dâhil ederek sunmuyor. O sadece nesneleştiriyor, bir çocuk gibi; kirden ırak bakıyor yozlaşmış topluma.

NEREDE YAZDI?

Bulunduğu toplumun bizzat içinde; tüm delirmek hakkını elinde tutan ihtiyar bir karakterin soluğunu kulağında hissedecek mesafede. Her şeyden öte vicdanında; ayaklarını özenle kurduğu dönem eleştirisine sapasağlam basarak yazdı. Bugün Vonnegut’u okumadan, modern dünyanın yaşadığı ahlaki kırılma ne ölçüde anlaşılabilir bilmiyorum. Kapitalizm, pornografi, magazin ve diğer gelenekten uzaklaşmaların, büyük kopuşların yaşandığı, uçurumun süratle derinleştiği bir dönem; bizzat içine düşmeden herhalde bu kadar naif anlatılabilirdi.

NE ZAMAN YAZDI?

1973 yılında yazdı. Vietnam savaşı henüz bitmemişken, kamera ulaşılabilir hâle gelmişken, Beat kuşağı sonrası yazarları yeni yeni türemişken. Bilimkurgu bir tür olarak kabul görmeye başlamışken. Realist akım sallanıyor, Post-modern teknikler hâlâ yazarına mahsusken. Bense onun sunduğu dönem atmosferinin bugün bile yeni bir şey olarak okunabileceği kanaatindeyim. Son bir not ile yazımı bitireyim; henüz Vonnegut okumamışsanız ve okumayı düşünüyorsanız mümkünse kitabı Dost Yayınları’ndan olan ve şu an piyasada olmayan eski baskısından okuyun. Çevirinin ne ölçüde önemli olduğunu görmek istiyorsanız, kitabın diğer baskılarıyla karşılaştırabilirsiniz. Ne yazık ki bir dostumdan aldığım; o Dost Yayınları baskısını okuması için yine başka bir dostuma verdiğimden ötürü, elimde kitabın o baskısı yok; bu sebeple alıntıyı başka bir baskıdan yapacağım.

Kilgore Trout'u tasvir eden bir çizim
Kilgore Trout'u tasvir eden bir çizim

KİLGORE TROUT’A VE ONUN NAİF BİLİNCİNE AĞIT

Kilgore Trout’un Bill adlı bir muhabbet kuşu vardı. Dwayne Hoover gibi Trout da hayvancığı haricinde yalnızdı geceleri. Trout da hayvancığıyla konuşurdu. Ama Dwayne labradoruna sevgi dolu cümleler kurarken Trout muhabbet kuşuna dünyanın sonuna dair çemkirir ve homurdanırdı. “Eli kulağında,” derdi. “Vakti geldi de geçiyor bile.” Atmosferin yakında solunamaz hâle geleceği Trout’un teorisiydi. Trout, atmosfer zehirlendiğinde Bill’in kendisinden birkaç dakika önce nalları dikeceğini varsayıyordu. Dalga geçerdi Bill’le. “Nasıl gidiyor soluk işleri, Bill?” veya “Müzmin amfizem gene yokluyor galiba?” ya da “Nasıl bir cenaze töreni istediğini hiç konuşmadık Bill. Dinini bile söylemedin bana,” derdi. Falan filan. Bill’e insanoğlunun bunca güzel bir gezegende böylesine hoyrat ve mirasyedice davrandığı için korkunç bir ölümü hak ettiğini söylerdi. “Hepimiz Heliogabalus’uz, Bill,” derdi. Heliogabalus, bir heykeltıraşa gerçek ölçülerinde, demirden, içi boş ve kapılı bir boğa yaptıran bir Roma imparatoruydu. Kapı dışarıdan kilitleniyordu. Boğanın ağzı açıktı. Heliogabalus, boğanın içine bir insan – yaratık sokup kapıyı üstüne kilitlerdi. İnsan – yaratığın çıkardığı sesler boğanın ağzından dökülürdü. Ardından yiyeceği ve şarabı bol, güzel kadın ve hoş oğlanlarla dolu partisine başlar ve hizmetçilerden birine çıraları tutuşturmasını emrederdi. Çıralar kuru odunların altındaydı. Kuru odunlarsa boğanın. Trout, kimilerinin tuhaf sayabileceği bir şey daha yapardı: Aynalara sızıntı derdi. Aynalar iki evren arasındaki deliklermiş gibi davranmak hoşuna giderdi. Ayna yanında bir çocuk görse uyarırca parmak sallar ve ciddiyetle, “Aman çok yaklaşma,” derdi. “Öteki evrene düşüverirsin.”