Bir gösteriden başka bir gösteriye: Üsküp

Üsküp, Osmanlı'nın batıya yapacağı neredeyse her seferin lojistik merkezi konumunu almıştır.
Üsküp, Osmanlı'nın batıya yapacağı neredeyse her seferin lojistik merkezi konumunu almıştır.

Üsküp'ün bir "Müslüman şehri" olduğunu söylemek çok da yanlış olmasa gerektir. Fakat tarih olarak I. Dünya Harbi sonralarına denk gelen, -neredeyse 520 yıllık bir "kimliğin soykırıma uğraması", şehrin simgelerinin yakılması, yıkılmasıyla- yeni bir kimlik inşasından bahsetmek de mümkün görünmektedir.

Yıllar önce muharrem ayının yirmi beşinde, şimdiki takvimle 4 Mayıs 1902 yılında Üsküp'te Müslüman kadınlara özel olarak bir kukla gösterisi yapılır. Fakat haber dönemin jandarma binbaşısına "Üsküp çarşısının orta yerinde, hem de bir lokantada" kukla gösterisi yapıldığı bilgisi gelmiş olsa gerektir ki, binbaşı hemen Sadrazamlık makamına acil bir telgraf çeker. Binbaşı telgrafta böylesi bir durumun toplum ahlâkını bozacak sonuçlar doğuracağı kaygısını da vurgulamaktan geri durmaz. Bunun üzerine Sadrazamlık makamı Kosova vilayetine gönderdiği emirle, meselenin devletin rıza-i âlî'leri dışında olup olmadığının araştırılmasını ister. Hatta lüzumu görüldüğü takdirde gerekli şeylerin yapılması emri verilir. Üsküp polis dairesi Sadrazamlık makamından gelen emirle bir tahkikat yapar. Bu tahkikat sonucunda; oynatılan oyunun başka yerlerdekinden çok da farksız olmadığı, aslında gösterinin de çarşı ortasında hele bir de lokantada yapılmadığı öğrenilir. Ayrıca ahâlinin ve şehir eşrafının da bu gösteriden rahatsız olduğuna dair herhangi bir şikâyetinin bulunmaması, kukla gösterisinin yasaklanmasının gerekli olmadığı kanısını güçlendirir. Böylelikle gösterimi durdurulan oyun, söz konusu tahkikat çerçevesince tekrar devlet iznine dahil edilir.

Devlet kayıtlarınca kaydedilen vakıa, şehirdeki organizasyonlar, organizasyon mekânları ve eğlenceler hakkında, hacimce ufak olsa da önemli veriler sunmaktadır. Bu hikâye, şimdilik bir kenarda böylece dursun. Bizse hikâyenin geçtiği Üsküp'e dikkatlice bakmaya başlayalım. Evliya Çelebi'nin şehir isimlendirmeleri konusundaki mahareti ehlinin malumudur. Çelebi, Üsküp'ün isimlendirmesini Rumeli'nin fethinde büyük rolü olan Gazi Evrenos Bey'in (ö: 1417) başından geçen bir olaya bağlar. Rivayet odur ki Gazi fetih sırasında kalede yedi küp altın bulur. Çelebi, Gazi "üst küpten alın" dediği için "üst küp"ten galat şehrin adının Üsküp olduğunu ifade eder. Çelebi'nin göz attığı tarih kitaplarında, Rum tarihçileri kaleye Mazenderân-ı Rum Kalesi dedikleri ve Hazreti İsa zamanında Sırp Despot kralları yapısı olduğunu kaydeder. Batlamyus ise eserinde şehrin adını Skupi şeklinde ifade etmiştir. Şehrin verimli toprakları antik çağlardan beri devletlerin ilgisini çekmiştir.

Şehir, Romalılar, Bulgarlar ve Sırplar tarafından bir yerleşim merkezi olarak kullanılmıştır. Bu vesileyle de Üsküp, eski çağlardan beri çevre ve uzak şehirlerle ilişki içerisinde ticari yolların da kesiştiği bir bölge olmuştur. Bizim için bu yollar arasında en önemli olanı ise Egnatia yoludur. Egnatia yolu Ohri güzergâhından ilerleyen ve Üsküp'ü İstanbul'a bağlayan en önemli ticaret yollarından biridir. Şehrin konumu ve iklimi, onu çevresindeki yerleşim yerlerini besleyen ve bu yerleşim yerleri tarafından da hayat bulan simbiyotik bir şehir konumuna itmiştir. Osmanlılar kuruluşlarından neredeyse bir asır sonra bu şehri fethetmiş ve şehri ihya çalışmalarına başlamıştır. Şehrin merkezinin Osmanlıların fethiyle birlikte konumu değişmiş, surlarla çevrili bölge ise askeri üs olarak yeni konumuna erişmiştir. Böylelikle Osmanlılarla birlikte şehrin canlılığı sur dışına taşmış, Üsküp çarşısı da bu canlılık ve hayatın merkezi olmuştur. Şehrin coğrafyadaki merkezi konumu, onu stratejik bir önemi de haiz kılmıştır.

Üsküp, Osmanlı'nın batıya yapacağı neredeyse her seferin lojistik merkezi konumunu almıştır. Örneğin Fatih Sultan Mehmet Belgrad seferinde orduyu Üsküp'te toplamış, ayrıca kuşatmada kullanacağı topları da burada döktürmüştür. Hâlihazırda Tophane diye adlandırılan mahalle o dönemde var olmuştur. 1455 (859) yılındaki tahrir kayıtlarına göre şehrin, yirmi üç Müslüman, sekiz gayrimüslim olmak üzere toplam otuz bir mahallesinin var olduğu söylenmektedir. 19. yüzyılın ortalarına kadar şehir ahâlisinin yüzde sekseninin Müslümanlardan oluştuğu da bilinmektedir. Üsküp'ün şehir tarihine çok fazla boğulmadan; hâsılı şehrin bir "Müslüman şehri" olduğunu söylemek çok da yanlış olmasa gerektir. Fakat tarih olarak I. Dünya Harbi sonralarına denk gelen, -neredeyse 520 yıllık bir "kimliğin soykırıma uğraması", şehrin simgelerinin yakılması, yıkılmasıyla- yeni bir kimlik inşasından bahsetmek de mümkün görünmektedir.

Üsküp'ün Osmanlı bakiyesi mimari özelliklerini silmek için, Le Corbusier'in daha lineer ve bölgelemeci yaklaşımını uygulamaya çalışmışlardır.

Balkan yarımadasının ortasında kalan Üsküp hem coğrafi/topoğrafik hem de anlam düzeyinde bir yarılmaya sahne olur. Vardar Nehrinin şehri topoğrafya açısından boydan boya ikiye ayırması, şehir planlamacıların ya da "şehir mühendislerinin" bu coğrafi veriyi inanılmaz bir "fırsat"a çevirdiği görülebilir. Bu fırsatı ilk 1914 yılında Dimitrije T. Leko görmüştür. Dimitrije T. Leko Osmanlı şehir dokusunun değişmesi gerektiğine ve yerine daha blok yapıların yapılmasına inanan bir model öngörmüştür. Bunun üzerine Amerika ve İngiltere'de mimarlık ve şehir planlama okuyup ve bu ülkelerde çeşitli yerlerde çalışma fırsatı bulan, dönemin belediye başkanı Joseph Mihailovic, Dimitrije T. Leko'nun planını referans alarak yine geometrik formlarla oluşturulan şehir planını 1927 yılında çizer ve iki yıl sonra onaylatır. Artık şehir merkezi olarak kabul edilen Vardar Nehri'nin güneyinde kalan kısım, buradan dağılan ışınsal sokaklara bağlı radyal caddelerle planlanır. Bu doku sonraki planlarda da kendi yerini bulur. Mihailovic, İstanbul'un fethinden kısa bir süre sonra Vardar Nehri üzerinde inşa edilen Taş Köprü'nün iki ucunda meydan oluşturmuş ve bunların geliştirilmesini öngörmüştür.

Nitekim karşılıklı dairesel bulvarların varlığı bu planın yansıması olarak okunmalıdır. Plan 1941 yılına kadar uygulanmaya devam edilmiş, II. Dünya savaşı ile birlikte terk edilmiştir. 1948 yılında bir davetle Çekoslavak mimar-şehir plancısı Ludek Kubes ve ekibi, daha önce Mihailovic'in kısmen benimsediği Ebenezar Howard (bahçe şehirler) tarzı denilebilecek bir yaklaşımdan ziyade Le Corbusier'in daha lineer ve bölgelemeci yaklaşımını uygulamaya çalışmışlardır. Doğu-batı doğrultusunda yapılması planlanan gelişim aşamaları tarihi dokuyu da "temizlemek" anlamını taşır. Fakat bütün bu planlamalar ve yapılanmalar 1963 yılında gerçekleşen büyük Üsküp depremi sonrasında askıya alınmıştır. Şehirdeki yapıların yüzde sekseni yıkılmıştır. Böylesi bir yıkıma uğrayan Üsküp, Birleşmiş Milletler eliyle yeniden inşa edilmek istenmektedir. Bunun gerçekleşebilmesi için atılan bazı adımların ardından bir yarışma düzenleme kararı alınmıştır.

1964 yılında uluslararası bir yarışma yapılarak, içlerinde Luigi Piccinato ve Kenzo Tange gibi isimlerin de olduğu, 8 mimar ve ekibi davet edilmiştir. Çeşitli kademelere sahip yarışma Kenzo Tange'nin zaferiyle sonuçlanmıştır. Söz konusu zaferle birlikte şehrin yüzü değişmiş, şehir yeni yaklaşımların ve bazı denemelerin alanı olmuştur. Nihayet 2014 yılına gelindiğinde yeni bir tarih, yeni bir şehir inşa edilmek istenmiştir. 2010 yılında yapılan lansman ile kamuoyuna duyurulan proje, şehir tarihini doğrudan başkalaştıran bir bakış sunmuştur. Taş Köprü'nün yanına yöresine daha önce eklenen Goce Delcev (1971), Özgürlük (1936) ve Devrim (1963) köprülerinin yanı sıra Sanat ve Göz isminde iki köprü daha eklenmiştir. Her biri neredeyse milyon avro değerinde kırka yakın anıt ve heykel, orkestra salonları, müzeler, tiyatro salonları ve kamu binaları inşa edilmiştir. Ayrıca meydana bakan ya da görünürlüğü yüksek olan yapılar ise cephe yenilemeleriyle bu tarih inşasına katkıda bulunmuştur. Her bir yapı neo-klasik, barok ve grek tarzıyla şehri yeni bir yere konumlandırmaktadır.

Şehrin panoramik görüntüsünün en iyi alınabilecek noktası olan Taş Köprü'den, etrafınızda tam bir tur atarak baktığınızda gördüğünüz resim 2014 yılında yapılan planlama olacaktır. O noktada, takriben 500 yıllık geçmişin izinin kazındığı, bu tarih aralığının görmezden gelindiği hatta yok edilmek istendiği bir sahnenin var edildiği gerçeğiyle yüzleşeceksiniz. Yazının girişinde vakıanın geçtiği Üsküp Çarşısını görmenin ise imkânsız olduğuna şahitlik edeceksiniz. Milenyum haçının şehri Yüzüklerin Efendisi filmindeki Sauron'un gözü gibi kontrol ettiğini göreceksiniz. Kıvrımlı sokaklarıyla Üsküp çarşısı hâlâ benzer canlılığı korusa da şehrin kuzey tarafında neredeyse âtıl vaziyette bulunan tarihi bir Üsküp ayakta durmaya çalışırken, güney tarafında bambaşka bir dünyanın varlığını göreceksiniz. Nihayetinde 1902 yılında çarşıda oynatılan oyunu tetkik edecek birileri varken, 2014 yılından beri Üsküp'te hem de meydan yerinde oynanan oyuna ve sahneye söylenecek tek bir söz bulamayacaksınız. Şehir kimliği inşa etmek, marka şehir yapmak, tarih yazmak, yeni şehir kurmak gibi hırsların insanı nereye sürüklediğini göreceksiniz.