Bir iman şövalyesi kılıcı; korku ve titreme "Hakikatin hakiki yorumu"

Kierkegaard
Kierkegaard

Elimizdeki kutsal olduğuna inandığımız bir metin olduğunda, anlamanın kendisi bir iman eylemine dönüşmek zorundadır. Burada kritik nokta imanın mı anlamadan önce geldiği, yoksa anlamanın iman için bir ön şart olarak mı kurgulandığıdır. Hele ki konu İbrahim’in serüveni olunca, anlam ve iman örüntüsü olabildiğince çetrefilleşir.

“Gerçek şu ki, İbrahim (tek başına) bir ümmetti; Allah`a gönülden yönelip itaat eden bir muvahhiddi ve o müşriklerden değildi.”

(Nahl-120)

“İman estetik bir duygu değil çok daha yüksek bir şeydir; çünkü öncesinde teslimiyet gerektirir… Teslimiyet ile kazandığım, kendi ebedi bilincimdir ve bu tamamen felsefi bir hamledir.

Layık bir iman için ne gerekiyorsa yapabileceğimi çekinmeden söyleyebilirim… Ne zaman bir fânilik beni hükmü altına alsa, hamleyi yapıncaya dek kendime eziyet ederim. Çünkü benim ebedi bilincim Tanrı’ya olan aşkımdır ve bu benim için her şeyin üstündedir.”

Kierkegaard- Korku ve Titreme.

Bir kitap ile etkileşimde bulunduğumda, ben onun dünyasına girmem. Kitaptır benim dünyama giren. Zira anlayan benim, anlam veren de... Ben ona anlam vermedikçe, veremedikçe metin, yerçekimsiz ortamdaki su damlasıdır.

Bir kitap ile etkileşimde bulunduğumda, ben onun dünyasına girmem. Kitaptır benim dünyama giren. Zira anlayan benim, anlam veren de... Ben ona anlam vermedikçe, veremedikçe metin, yerçekimsiz ortamdaki su damlasıdır.


O, zihin kütleme doğru bükülür ve benim olur. Artık ortada iki kapak arasında bir kitap yoktur; o benim olduktan sonra, bir başka kimsede olmayan kopyası bendedir artık. O zaman o, kendisi ile etkileşim kuran herkes kadar bir kopyası olan tek bir metindir. Kimsenin kopyası bir diğerininkinin aynısı değildir de. Metin aynıdır belki, ama benim anladığım metin benim mülkümdür, zihnimin, ruhumun, bilinçlendirmemin kokusu sinmiştir ona. Tıpkı kardeşler için annenin durumu gibi- yok mudur her çocuk kadar anne? Anne birdir, bir değildir de. Bu, her kardeşin annesini ayrı okuması ve anlamlandırması nedeniyledir. İşte bu yüzdendir ki Kitap sahipsiz ve kayıptır. Ama herkes kitabı bulmuştur; kitabını…

Kitapların üstünde bir kitapta, Kierkegaard’ın Korku ve Titreme’sinde, hak ettiği şekilde bir iman şövalyesi olarak bizlere sunulan Hz. İbrahim’in, iman ve iman etme üzerine kafa yoran her zihnin anlamlandırma sınırlarını zorlayacak kahramanlığını, ilahiyat ve felsefe yollarından geçmiş hemen herkes bilir… Hatta çoğunlukla insanlarda, özellikle de okuyan ve muhatap olan birer anne ve babaysa, kendilerini bir an için İbrahim’in yerine koyma ve ruhunu, o tüketici teslimiyet sınamasına maruz bırakma, o ruhları titretici tanrısal yüzleşme karşısında imanlarının iç yüzünün açığa çıkışını izleme eğilimi vardır…

Aslında bu bir kutsal metin anlatısıdır ve literal anlamın çıplak ürkütücülüğü ile karşılaşmak istemeyen bir okur, kolay yolun bunu bir metaforik anlatı olarak anlamada olduğunu düşünebilir. Onu bu şekilde düşünmeye iten gerçekten bir hakikat ve asıl anlam arayışı mıdır, yoksa kalbinde sınanmasından korktuğu bir iman parçası olduğu için midir? Bu kendisinin bile öyle yüzeysel bir öz muhasebe ile bilemeyeceği bir durumdur. Zira anlam gerçekten de metnin içine, kelimelerin arasına nüfuz etmiştir ve aslında metinden çıkarıldığı düşünülen anlam ya insanın yüzleşmekten korktuğu ya da kucaklamaya can attığı anlamdır. Elimizdeki kutsal olduğuna inandığımız bir metin olduğunda, anlamanın kendisi bir iman eylemine dönüşmek zorundadır. Burada kritik nokta imanın mı anlamadan önce geldiği, yoksa anlamanın iman için bir ön şart olarak mı kurgulandığıdır. Hele ki konu İbrahim’in serüveni olunca, anlam ve iman örüntüsü olabildiğince çetrefilleşir.

  • Hz. İbrahim için bir iman ve sınanmadan bahsedeceksek, filmi biraz daha geriye sarmamız gerekir. İbrahim’in oğlu ile sınanması, İbrahim’in gördüğü bir rüyada Tanrı’dan aldığına inandığı bir emre dayanır. Onun büyük iman yüzleşmesinin geri planında, aşmış olduğu bir dizi iman sınaması yer alır. İbrahim bıçağını bileyip, oğlunun, o halim olanın alnını taşa koyduğunda ve onun dudaklarından sakince dökülen “sana emredileni yap” sözlerini işittiğinde o zaten bir iman tecrübelisiydi.

Onun ruhunu güçlendiren sınamalar silsilesi bir zamanlar güneş ve ay gibi yok olmayan bir tanrıyı ararken giriştiği mücadeleye kadar uzanıyordu. Ne var ki onun kendi evladını katletmeye girişmesine neden olan iman, salt metafizik alana ait düşünsel bir katmandan, pratik sonuçları ortaya çıkartacak düzleme geçerken bir kırılma noktası olmalıydı. Bu, onun vahyin gerçekliğine olan imanıydı: içten inanarak bağlandığı Tanrı’nın kendisi ile iletişim kurduğuna olan imandı bu. Her cesur hamlenin, o hamleyi inşa eden bir zihinsel ve ruhsal arka planı olması gibi, onun ürpertici iman sınamasında attığı kahramanlık adımı anlık bir coşku ya da tanrısal bir sarhoşluk veya cezbe hali değildi. O en başta Tanrı’nın kendisi ile konuştuğuna iman etmişti. Aslında hayır, o buna iman etmemişti, o bunu sarsılmaz bir kesinlikle biliyordu, çünkü her iman hamlesinin temelinde sağlam bir bilgi olmalıydı…

Aslında bu bir kutsal metin anlatısıdır ve literal anlamın çıplak ürkütücülüğü ile karşılaşmak istemeyen bir okur, kolay yolun bunu bir metaforik anlatı olarak anlamada olduğunu düşünebilir.
Aslında bu bir kutsal metin anlatısıdır ve literal anlamın çıplak ürkütücülüğü ile karşılaşmak istemeyen bir okur, kolay yolun bunu bir metaforik anlatı olarak anlamada olduğunu düşünebilir.

Sonra o, Tanrı’nın kendisini yanıltmayacağı, onunla oyun oynamayacağı ve en önemlisi de ona yalan söylemeyeceğine iman etmişti. Eğer Tanrı’nın kendisi ile konuşmasında içinde imanını sarsacak herhangi bir şüphe belirmiş olsaydı, ne o cesur hamlesini yapmaya yeltenebilirdi, ne de bu şüphenin yaratacağı varoluşsal ıstıraptan bir ömür kurtulabilirdi. Sonra o, Tanrı’nın kendisi ile konuşma yollarından birinin rüya olduğuna, rüyasında saf bir bilişsel durulukla O’nun mesajlarını aldığına iman etmişti. Halbuki ne kadar zordur insanın rüyasında karmaşıklıktan uzak bir berraklığa ulaşması ve uyku halinde farkındalığı yakalayarak kendisine verilen bir emrin olduğunu anlaması. Bir o kadar zor olan da kendisine verilen bu emrin bir yoruma veya tabire muhtaç olup olmadığını bilmek aynı zamanda…

İbrahim ise bu konuda tam bir içsel huzur ve kendinden eminliğe sahipti. Çünkü bu kendisine insanlara anlatması için vahyedilmiş olan bir tanrısal mesaj değildi. Öyle olmuş olsaydı bunun pratik trajik bir sonucu olmayacaktı, mesaj muhataplara iletilecek ve en fazla o mesajı kabul eden zihinler tarafından yorumlanacaktı. Musa ise o mesajı aracısız almıştı, tıpkı kor bir ateşe elini sokar gibi, ama İbrahim’in kendinden eminliği, Musa’nın mesaj karşısında yan çizen halka karşı öfkesini kaynatan kendinden eminlikten geri kalmamıştı. Belki de bu yüzden Kierkegaard İbrahim’i anlamamış, ona sadece hayranlık duymuştu.

İman neticede bir risk almaktır, yaşamın acımasızca yüzüne çarptığı sorulara bir cevap değildir.

Yaşamında sorusu olmayan zaten ölü doğmuştur, ancak her sorusuna tatmin edici bir cevabı kesin olarak bulacağı hayaliyle yaşamını sürdürmek ve iman riskini taşımaya cesaret edememek açık bir ıskalamadır. Ölüm çoğunlukla bir bilmece sanılabilir, ama o gerçekte mutlak bir çözümdür. Bu, içinde iman olan veya olmayanlar için aynı çıplaklıkta bir hakikattir.

Tıpkı Kier’in dediği gibi… “Hep en iyisi için umut taşıyan dünyadan yaş alır. Hep en kötüsü için hazır olan, çabucak çöker. Ama inanan, daimî bir gençlik sürer. Öyleyse methedilsin bu öykü!”

“İbrahim şanlı ve muhteşem olandan başka ne yapabilirdi ki?“

Kierkegaard.