Biraz da mimarlık

Bence bugün artık çirkini paylaşmak “mainstream”dir, sıradandır.
Bence bugün artık çirkini paylaşmak “mainstream”dir, sıradandır.

Meslek erbabı olsun olmasın, herkesin, hepimizin meselesidir bu. Bu köşede, “obskurantizm” dedikleri mesleki kapatıcılıktan kaçınarak, herkesin ortak kültürü ve tartışma konusu olması gereken mimarlık meselelerini açmaya çalışalım. Bunu yaparken ister istemez biraz mimarlık dışı konuları konuşmak gerekecek.

Mimarlık son bir kaç yılda meslek dışındaki insanlardan giderek artan bir ilgi görmeye mi başladı, bize mi öyle geliyor?

Gözlemlemesi zor değil, herkes fark etmiştir, önce eski eserlerden başlayan bir şehir hassasiyeti yaygınlaşmadı mı? Yıllardır herkesin görüp bildiği, ama hiç öyle yaygarası yapılmayan graffitili çeşmeler, pvc doğramalı medreseler, çanak antenli minareler, beton sıvalı taş duvarlar, iş makinesi ile kazılmış arkeolojik alanlar her gün daha çok paylaşılmaya başlandı… Her biri en azından gözlerimizi, bazıları kalbimizi de acıtan bu karelerin gördüğü ilgi gün geçtikçe arttı. Şehir kültürü ve hassasiyeti biraz okumuş yazmış, muhalif / mesafeli herkeste bir karşılık bulmaya başladı. Hatta yapılan kötü restorasyonları, çirkin ekleri, yakışmayan tabelaları twitter’da paylaşmak o kadar yaygın bir şey oldu ki, oradaki yeni tabirle “ekmeğe” niyetlenip, gitmediği, görmediği, uzmanı olmadığı fotoğrafı paylaşıp âh u vâh arasında aldığı etkileşimi kâr sayanlar da az değil.

Bence bugün artık çirkini paylaşmak “mainstream”dir, sıradandır. Şunu kesin bir hakikat olarak biliyoruz ki, mimarlık ve şehir meselesinde sınıfta kaldık, ma’mûr etme okulunun kara tarihine geçtik, eğitilmezdir diye yaftalandık. Haklı olarak bizi en acıtanı, ayak bastığı her yeri şenlendirmiş, bayındır etmiş mucizevi bir mimarlık kültürünün mirasçısı olmamızdır. Mirasçılık edebiyatını da belki bu yüzden terk etmekte fayda görüyorum, gerçekten atadan dededen kalan mirası yiyip bitiren şımarık bir tipe benzedik bu inşai faaliyetlerimiz ve tavırlarımızla.

 Biz şehri, elimizdeki kıymetli şeyleri gözünün yaşına bakmadan, acımadan, üzülmeden ve kıymetini bilmeden yiyip bitirdik.
Biz şehri, elimizdeki kıymetli şeyleri gözünün yaşına bakmadan, acımadan, üzülmeden ve kıymetini bilmeden yiyip bitirdik.

İşin bir tarafı eski eser hassasiyeti iken, diğer tarafı ise yeni tasarladıklarımız, yapıp ettiklerimiz. Bence asıl mesele de bu zaten. Biz şehri, elimizdeki kıymetli şeyleri gözünün yaşına bakmadan, acımadan, üzülmeden ve kıymetini bilmeden yiyip bitirdik. Burası kesin, ama ah vah ile ve matemcilikle de daha iyisini geri getiremiyoruz. Bir nostalji batağına saplanıp kalacak hâlimiz yok. Diyelim ki restorasyonlar çok nitelikli, korumacılık bilinci çok üst bir seviyeye geldi. Hayal edemeyeceğimiz kadar iyi işler yapılıyor, bir mezar taşı bile kırılmıyor, muhafaza ediliyor. Bu hayal gibi ortamı sağlamak hepimizin görevi ve ideali, olacaktır da inşallah. Peki, bunu sağladıktan sonra mı aklımıza gelecek, “evlerimiz, içinde yaşadığımız otomobil kölesi sokaklar, hapishaneden hâllice okullar, penceresiz ofisler ne olacak?” sorusu…

“Mimarlığın başı göklerde, ayakları yerdedir” diyor Quatremère de Quincy.*

Meslek erbabı olsun olmasın, herkesin, hepimizin meselesidir bu. Bu köşede, “obskurantizm” dedikleri mesleki kapatıcılıktan kaçınarak, herkesin ortak kültürü ve tartışma konusu olması gereken mimarlık meselelerini açmaya çalışalım. Bunu yaparken ister istemez biraz mimarlık dışı konuları konuşmak gerekecek. Çünkü başı göklerde, ayakları yerde olan bu sanatın başında hangi yeller esiyor tanımadan, sadece ayaklarına bakmakla yetinemeyiz. Hatta biraz abartırsak, burada aslında mimarlık ürünlerinin hepsinin arka planında soyut kavramlar, düşünce dünyaları, inanç sistemleri ve insanî birçok hususiyet olduğunu anlatıp duracağız denebilir.

Şehir kültürü ve hassasiyeti biraz okumuş yazmış, muhalif / mesafeli herkeste bir karşılık bulmaya başladı. Bence bugün artık çirkini paylaşmak “mainstream”dir, sıradandır.

Antik Yunan’da insan üretimi temelde ikiye ayrılıyor, poiesis ve tekhne. Poiesis insanoğlunun ruh dünyasına, fikir ve sanat alanına dair işlerini kapsıyor. Kelimenin zaten “poetry” ile de ilişkisi var, şiirin, sanatın yer aldığı soyut üretimi toplayan bir başlık. Tekhne ise insanın eli ile yaptığı daha somut işleri niteleyen diğer başlık, bugünkü “teknik” kelimesinin de kökeni. Şiir yazmak, resim yapmak, düşünce üretmek, müzik yapmak poiesis alanına girerken taş üstüne taş koymak, ahşabı işlemek, gemileri yüzdürmek, çarık dikmek tekhne’nin alanı.

Sanat, soyut duyguların ifadesine uğraşır çoğu zaman. Bu ifade ise yine soyut bir dil bulur kendine. Bu soyut dillerin fizik dünyada en az iz bırakan, en latif, ruh gibi incecik olanı müzik olmalı. Havadaki titreşimlerden ibaret, bundan başkaca “elle tutulur, gözle görülür” bir iz bırakmayan muhteşem bir sanat. Gücü de tabii bu letâfetinden geliyor, fizik dünyaya teması azaldıkça ruhani olana, yüce ve aşkın olana yaklaşıyor adeta. Bugün Batı dillerinde soyut anlamına gelen abstract, Latince’deki “abstractus”tan; bir şeyden geri çekilmek, ayrılmak, kendini (belki de göğe) çekmek gibi bir anlamdan geliyor. Somut olanın en somutu ise herhalde mimarlık ürünleridir. Bizim elle tutulur, gözle görülür diye tarif ettiğimiz bu alanın Latin dilindeki kökeni “concretus”. Bugün concrete kelimesi İngilizcede hem somut kavramı, hem de bildiğimiz beton için kullanılıyor. Ve somutlaşan sanatların en somutu elbette katılaşmak, donmak anlamından gelen bu kavramı, hatta katılaşan, donan ve taşlaşan betonu da bil-fiil kullanan mimarlık.

Özün biçimle, ruhun bedenle, anlamın ifade ile suretin sûret ile bir bağı var.
Özün biçimle, ruhun bedenle, anlamın ifade ile suretin sûret ile bir bağı var.

Nihayetinde taşla, betonla, ahşapla, çelikle, camla, yani etrafımızdaki en somut şeylerle mekân kuran, bunlara biçim veren bu sanat dalının kuru bir yapıcılıktan, bina kuruculuktan ibaret olmadığını hepimiz hissediyoruz. Peki, soyut kavramlarla somut biçimler arasında nasıl bir ilişki var? Var olmanın bir biçime, bedene bürünmekle, vücut bulmakla ilişkisi var çünkü. İnsanın bedenden ibaret olmadığını biliyoruz ama ruhtan ibaret olmadığını da konuşmalıyız, değil mi? Özün biçimle, ruhun bedenle, anlamın ifade ile suretin sûret ile bir bağı var. Bedenin ruhu taşıdığı, sûretin sîreti aks ettirdiği, kelimenin anlamı yüklendiği gibi, somut oğlu somut yapı sanatı da onu meydana getiren bir soyut kavramların, fikirlerin, anlamlar dünyasının kalıba dökülmüş, vücut bulmuş, ete kemiğe bürünüp mimarlık diye görünmüş hali diye görülebilir.

Biçim vermenin, bir anlamı görünür hâle getirmenin hafife alınacak bir iş olmadığını söylemek şimdi anlamlı olur sanırım. Taşı taş üstüne koymak belki her zaman değil ama bunu yapanın tutumuna göre bir sanata, ahlâkî bir faaliyete dönüşebilir. Her yapı faaliyeti böyle midir diye sorulacak olursa, cevap elbette hayır. Yapıp ettiklerimizin, inşa ettiklerimizin büyük çoğunluğu kuru bir yapı kültürüne ait, mimari kıymet taşımayan işler. Sanat olarak kabul ettiğimiz müzikte de her müzik sanat eseri değil, resimde de öyle, şiirde de… Mimarlık gibi sadece sanatçının elinden çıkmayan, başka bir sürü aktöre bağlı bir faaliyette bu daha da olağan. Ancak bazı mekânlar, yapılar, bazı resimler, besteler gibi sanat seviyesine yükseliyor, mimari bir kıymet taşıyor.

Bu bahse devam etmek üzere.

  • *Antoine Chrysostôme Quatremère de Quincy [1755 - 1849], Fransız yazar, arkeolog ve sanat tarihçisi