Bizim şehirlerimiz böyle değildi

Kış akşamları bozacı, sabahları salepçi, öğlenleri seleci ve eskici, ikindileri ise yoğurtçular geçerdi sokaktan.
Kış akşamları bozacı, sabahları salepçi, öğlenleri seleci ve eskici, ikindileri ise yoğurtçular geçerdi sokaktan.

Akşamları misafirliğe gidilirdi. Evde hasta varsa süt, yoksa bir kilo portakal götürülürdü. Eller öpülür, çocukların başları okşanır, kolonyalar tutulur, Televizyonda Muhammed Ali'nin maçı varsa yumruklar beraber sıkılır, Küçük Ev'e beraber ağlanır, Dallas'ın Ceyar'ına beraber kızılırdı.

-Bizim şehirlerimiz böyle değildi.

-Nasıldı peki?

-Bu kadar yüksek değildi binalar. Baksana hepsi göğü delecek gibi bazıları deliyor da "Ben insan için değilim, insan benim için var, serveti ben temsil ediyorum," der gibiler. Diyorlar da. Bizim şehirlerimiz böyle değildi.

-Nasıldı peki?

-Bize bu kadar yabancı değildiler.

-Yabancı değil ki şehirler bize, her yerde alışveriş merkezlerimiz, kocaman ışıltılı caddelerimiz var. Baksana her yer park, her yerde şık kafeler, sıra sıra restoranlar var.

-Bizim şehirlerimiz böyle değildi.

-Nasıldı peki?

-İnsanları daha mutluydu. Komşuluklar vardı sonra. İkindi saatlerinde duvarlara dirsekler dayanır, tencerede ne kaynıyor, yemekten sonra oturmaya kim gelecek bir bir, uzun uzun anlatılırdı. Sokaktan çocuk sesleri yükselir, açık pencerelerden içeriye doluşurdu. Bir çocuk elindeki tahtayı duvara sürterek koşar, bir başkası ağaç gölgesine oturup arkadaşlarının canı çekmesin diye gizli gizli elindeki dondurmadan yerdi. Bir başkası ise cebine doldurduğu leblebileri sokağa çıkmadan hemen önce kapının önünde paylaştırırdı kardeşlerine. Kış akşamları bozacı, sabahları salepçi, öğlenleri seleci ve eskici, ikindileri ise yoğurtçular geçerdi sokaktan.

Bizim şehirlerimiz böyle değildi.

-Nasıldı peki?

-Bir çanta dolusu eski gömlek, en fazla on beş tane mandal ederdi. Ceketlerin kolları yamalı değilse eğer küçük bir leğene karşılık gelirdi.

Bizim şehirlerimiz böyle değildi.

-Nasıldı peki?

-İnsanlar gerçekten severdi birbirlerini.

-Şimdi sevmiyorlar mı?

-Seviyormuş gibi yapıyorlar. Hâlbuki seviyormuş gibi yapmak, sevmekten daha zor. Her an tetikte olmak lazım, çünkü her an yakalanabilirsin.

-Bu yüzyılda nasıl anlaşılır peki bir insanın sevgisinin sahte olup olmadığı?

-Paran bittiğinde, hastalanıp yatağa serildiğinde ya da tanınmış bir müdürken makamdan düştüğünde.

-O zaman paran tekrar artar, iyileşip ayağa kalkarsan ya da yeniden müdür olursan eskisinden daha mı çok sevilirsin?

-Daha çok sevilirsin tabii ki, sana ilk yüz çeviren seni ilk seven olur yeniden. Eskisinden daha çok artar aldığın iltifatlar, her gün biraz daha kalabalıklaşır iş yerinde odan, evinde misafirin. Sesi daha çok çıkar bayramlarda telefonunun.

-Hulusi Kentmen gibi konuştun yine.

-Evet, eski şehirleri özleyen biri gibi konuştum.

Bizim şehirlerimiz böyle değildi.

-Nasıldı peki?

-Pahalı değildi bu kadar.

-Yapma, olur mu hiç? Şekerin, kömürün olmadığı yıllardı. Ekmek karneyle, gaz kuyrukla satılırdı. Çay karaborsaydı; pirinç, parası olana da yoktu.

-Olsun, yokluk vardı.

-Yokluk iyi bir şey mi de? Şimdi de Münir Özkul gibi konuştun.

-Evet, yokken paylaşmayı bilen, tüm yokluklara beraber göğüs germeye inanan insanlar gibi konuştum. Doğru söylüyorsun şimdi her şey var. Her bütçeye uygun bir şeyler bulunabiliyor tezgâhlarda. Parana göre kalite seçebiliyorsun hatta. Sana pahalı gelen, bir başkasına ucuz, sana çok gelen, bir başkasına az gelebiliyor. Marketler ağzına kadar parlak ambalajlı ürünlerle dolu. Alan çok olmalı ki daha boşalmadan dolduruluyor raflar. Kasada kuyruklar eskisi gibi ürün yokluğundan değil, çok alanlar yüzünden oluşuyor. Bu da dert değil. Telefona dokunuyorsun; çay, pirinç, ekmek, şeker evinin kapısına kadar geliyor. Ama kapının zilini kargocudan başkası çalmıyor. Sence bu mu zenginlik? Bir tutam tuz, iki pişirimlik kahve istemiyor kimse senden.

-Şimdi de Sadri Alışık gibi konuştun.

-Evet. Veresiye defterlerinin, kredi kartı ekstrelerinden daha değerli olduğuna inanan biri gibi konuştum.

-İyi de ikisi de aynı şey değil mi?

-Değil, tabii ki. Birini ödeyemediğinde en fazla mahalle bakkalının, belli etmemeye çalışsa da yüzü düşerdi. Senin mahcubiyetini görünce de: "Olsun sıkma canını bakalım, gelecek ay usul usul kapatırsın" derdi. Hatta bununla da yetinmez, iki tane de şeker sıkıştırırdı avucuna, gidince çocuklarına verirsin diye. Çünkü o da ya sokaktan ahbabındı ya da kapı komşundu. Şimdi ise alışveriş yaptığın zincir marketlerin sahibini ekonomi haberlerinden, magazin programlarından tanıyorsun. Kredi kartı borcunu ödeyemediğinde ise ya kaç katını talep ediyor senden ya da avukatlarını gönderiyor, eşyalarını istiyor evinden.

-Yılmaz Güney gibi konuştun.

-Evet, vicdanını cüzdanına tercih eden biri gibi konuştum.

Bizim şehirlerimiz böyle değildi.

-Nasıldı peki?

-Akşamları misafirliğe gidilirdi. Evde hasta varsa süt, yoksa bir kilo portakal götürülürdü. Eller öpülür, çocukların başları okşanır, kolonyalar tutulur, "buyrun, buyrunlar" kapıdan avluya kadar taşardı. Televizyonda Muhammed Ali'nin maçı varsa yumruklar beraber sıkılır, Küçük Ev'e beraber ağlanır, Dallas'ın Ceyar'ına beraber kızılırdı. Demli çayları, sobanın üstündeki sıcacık kestaneler tamamlar, meyveler ise en son el bezleriyle birlikte getirilirdi. Erkekler, fabrikadaki vardiyanın zorluğundan, askerdeki içtima anılarından, karaborsaya düşen sigaralardan konuşurlardı. Kadınlar, çocukların yaramazlığını, gazete içinde çıkan kanaviçe modellerini, tuzlu pasta tariflerini anlatırlardı birbirlerine. Misafirler uğurlanırken bile kapı eşiğinde yeni sohbet konuları açılırdı. "Bize de bekleriz" daveti "Bunu saymayızla" karşılık bulurdu.

- Adile Naşit gibi konuştun.

-Evet. Çünkü her şey daha kalender, daha samimi ve daha içtendi.

-O zaman her şey eskiden daha mı güzeldi?

-Sadece eskiden değil, eskiler de güzeldi.