Bu hep böyle olmuştur

Yürek ilk nereden, nasıl yumuşar; daha doğrusu yumuşayan bir yürekte ilk önce hangi hisler kendisini gösterir?
Yürek ilk nereden, nasıl yumuşar; daha doğrusu yumuşayan bir yürekte ilk önce hangi hisler kendisini gösterir?

Bir sanatçıyı büyük yapan şeyle, 17 yaşındaki cahil bir delikanlıyı yüceleştiren, sözüne, eylemlerine güvenilirkılan şey; modern zamanların hiçbir iradeye boyun eğmemeyi bir halt sanan ezberlerine inat aynıdır.

Aykut Ertuğrul

Aslında Post Öykü’ye bir sunuş yazmaktı niyetim. Yazdım da. Fakat konu, dallanıp budaklanmaya o kadar müsait ve söylediğim şeyle, söylenmesi gereken arasındaki bağlar öylesine belli belirsiz ki, doğrusunu isterseniz derginin sunuş bölümünde yerim dar geldi.

Ben de sıcağı sıcağına “bakalım yenim de dar gelecek mi”, “bir meydan okumayı andıran bu belirsiz bağlantıyı keşfedebilecek miyim” diye müstakil bir yazıyla şansımı denemek istedim. İşte bu odur:

Eskiler, yüreğin taşlaşmasından bahsederlerdi; her günahla, işlenen her kötü amelle yüreğin biraz daha taşlaşacağından kuruyup katılaşacağından dem vuran hadis-i şerifler, ata sözleri arasak rahatlıkla bulabiliriz. Peki yine eskilerin deyimiyle “yüreğin yumuşaması” tam olarak ne demektir? Yürek ilk nereden, nasıl yumuşar; daha doğrusu yumuşayan bir yürekte ilk önce hangi hisler kendisini gösterir? Öyle sanıyorum ki, böyle anlar ulvi olanı, en aziz olanı fark etmemizle başlar. Ya da açılan kapıdan ilk önce o gelir.

Eskiler, yüreğin taşlaşmasından bahsederlerdi; her günahla, işlenen her kötü amelle yüreğin biraz daha taşlaşacağından kuruyup katılaşacağından dem vuran hadis-i şerifler, ata sözleri arasak rahatlıkla bulabiliriz.

Yani bir insan, kendisiyle hesaplaşmasını bitirip, olgunlaşmaya başladığı o ilk anda önce kendi ana babasıyla meselesini halletmeye başlar mesela. Modern psikoloji benzer şeyleri biraz daha afili ve dolambaçlı olarak söylüyor aslında. Ana baba (aile) sevgisi (hesaplaşması) kalbin olgunlaşması için bir anahtar işlevi görüyor neredeyse. Ana babasını seven bir yürekten umut kesilmez. Çünkü o yürek, artık karşılıksız ve hakiki sevgiyi tanıyordur; böyle bir sevginin kendisine yer bulduğu bir yürekte tam manasıyla bir taşlaşma olabilemezdir.

Gelelim bana bunu düşündüren satırlara.

Anasını seven vatanını da sever

Bekir Büyükarkın’ın unutulmaz romanı (en azından benim için unutulmaz) Son Akın’ın daha ilk sayfalarında (bilmeyenler için söyleyelim: Cüneyt Arkın’ın başrolünü oynadığı Kara Murat serisi bu romandan senaryoya uyarlanmıştır) genç Murat, köyünden kaçmış, nereye gideceğini bilemez halde, yara bere içinde bir yol kenarında dinlenmektedir. Bitkindir, öfkelidir, gencecik yaşında dünya ona gaddar yüzünü göstermiştir. Sızıp kaldığı yol kenarında uykuya dalmak üzereyken uzaklardan gelen at kişnemeleri ve nal sesleriyle kendine gelir. Bütün içgüdüleri kaçmasını emrederken, o aslında her çaresiz adamın yapacağı şeyi yapar; çaresiz bir öfkeyle karar verir. Gelen her ne olursa olsun kucaklayacaktır. Bela da olsa rahmet de.

Anasını seven kısrağını, kadınını, vatanını ve toprağını da sever.
Anasını seven kısrağını, kadınını, vatanını ve toprağını da sever.
Anasını seven kısrağını, kadınını, vatanını ve toprağını da sever.

Bir süre sonra sesler, görüntülerine kavuşur. Gelenler, bütün Osmanlı diyarında hikayeleri anlatılan kartal kanatlı, yiğit, gözü pek akıncılardır. İyice yaklaştıklarında, önlerine adeta can havliyle atlar. Murat, derdinin ne olduğunu soran tok sözlü akıncı beyine, beceriksiz kelimelerle de olsa hikayesini anlatır. Bir rençberin yetimi olduğunu, köyün ağasının kızıyla birbirlerini sevdiklerini, gönüllerindekini öğrenen ağanın dün hışımla evlerine gelip Murat’ı dövdüğünü, yediği dayağa ses çıkarmadığını ama ağa anasına el kaldırdığında dayanamadığını, ağayı yere serip… Sonrasını biliyorsunuz. Ardından büyük bir ümitle “akıncı ocağına” katılmak istediğini, onu yanlarına almalarını yalvarırcasına ister. Fakat az sonra öğrenir ki bu imkansızdır. Herhangi birinin akıncı ocağına girebilmesi için ya atalarından biri akıncı olmalı ya da ocaktan biri ona kefil olmalıdır. Akıncı beyi, Murat’a şartları söyledikten sonra gitmek üzere atını şaha kaldırır ve fakat tam o an gavurun deyimiyle hikâyede “deux ex machina” (makine tanrı) anıdır. Olması imkânsız olanın gökten ilahi bir yardım gelmişçesine oluverdiği o an:

Birliğin gerilerinden gür bir ses gelir. Bütün akıncıların saygı duyduğu, savaşlardaki kahramanlıkları, cesareti hâlâ dilden dile anlatılan ihtiyar bir kurt, “Koca Baba” namlı akıncı bu yersiz yurtsuz, kimsesiz delikanlıya kefil olacağını söyler. Koca Baba’ya itiraz etmek pek mümkün olmasa da akıncı beyi cılızlaşan sesine hayret katarak sorar:

“Bre Koca Baba, tanımadığın birine nasıl kefil olursun?”

Bazen bazı hakikatler, tahmin etmediğiniz yerlerde, tahmin etmediğiniz ağızlardan dökülüverir.
Bazen bazı hakikatler, tahmin etmediğiniz yerlerde, tahmin etmediğiniz ağızlardan dökülüverir.

Koca Baba hiç duraksamadan: “Anasını çok sever. Anasını seven kısrağını, kadınını, vatanını ve toprağını da sever.” diye cevap verir.

“Bu hep böyle olmuştur.” diye ekler.

Dilim döndüğünce ve hatırladığım kadarıyla anlattığım bu pasaj, lise yıllarında okuyup sevdiğim, büyük bir ihtimalle edebi/düşünsel bir iddiası olmayan hatta yerine göre bir miktar hamaset de içeren bir tarihi romandan. Elbette ben bu alıntıyı yaptım diye anlattığım şey, tek ve değişmez bir hakikat olacak değil. Üstelik kabul edip az sonra üzerine kafa yoracağım bu tezin, anti tezleri, istisnaları ortaya koyulabilir. Bazen bazı hakikatler, tahmin etmediğiniz yerlerde, tahmin etmediğiniz ağızlardan dökülüverir. Fakat hafife almayıp üzerinde derin düşündüğümüz her bahis, bize başka ve daha bereketli kapılar açabilir. Yeter ki, düşündüğümüz bahsin üzerine gitmek hususunda cesur davranabilelim. Koca Baba’nın söyleyişiyle söylersek: “Bu hep böyle olmuştur.”

Kendi hikayesine meftun olanlar

Ne zaman beni en çok etkileyen ve edebi ustalıklarından şüphe etmediğim yazarları yanyana koysam; garip ve değişmez bir ortak yöne rastlıyorum. Onları birer edebiyat ejderhasına dönüştüren, Kaf Dağının ardına dönüştürüp efsaneleştiren başyapıtlarını önüme koyup düşündüğümde tek bir ortak yön, altın para gibi parıldıyor.

Siz söyleyin Dostoyevski’yi, Dostoyevski yapan, ona Suç ve Ceza’yı, Ecinniler’i yazdıran neydi? Joyce’u Joyce yapan ona Ulyses’i yazdıran neydi? Kazancakis’i Kazancakis yapan ve ona o nefes kesici romanı Zorba’yı yazdıran, Tanpınar’ı Tanpınar yapan ona Huzur’u yazdıran, Atay’ı Atay yapan ve ona Tutunamayanlar’ı yazdıran; Türkiye’nin Ruhu’nu yazmak istemesine sebep olan, bilinçli olarak uzatıyorum. Buzzati’yi Buzzati, Marquez’i Marquez yapan, Milorad Paviç’e Hazar Sözlüğünü, Georgi Gospodinov’a Hüznün Fiziği’ni yazdıran?

  • İnanın saatlerce isimler, eserler saymaya devam edebilirim. Dehşetle fark etmemiz gereken ve benim tüylerimi ürperten şu; her biri farklı ülkelerden, farklı meşreplerde, edebiyata hayata farklı coğrafyalardan, farklı ekollerden, farklı disiplinlerden, farklı tarihlerden, anlayışlardan bakan bu yazarları bir akrabalık bağıyla birbirine bağlayan o şey ne?

Dünya edebiyatının bu büyük devleri, istisnasız bir şekilde kendisini kendi topraklarına, kendi insanlarına, kendi dillerine, kendi toprağının hikayesine adamış yazarlardır. Ve evet bazıları kendi topraklarında, kendi zamanlarında lanetlenmek pahasına bunu yapmışlardır, bazıları ömrünün bazı dönemlerinde bunu reddetmeye çalışmışlardır, “haymatlos”luğa övgüler düzmüşlerdir ama dönüp dolaşıp geldikleri yer aynıdır: Vatan duygusu. Çünkü nasıl, annesini seven, vatanını da seviyorsa, “ana” dilini seven, o dilde eserler veren bir yazar, bunu ancak o dilin inşa ettiği, o dili inşa eden milletini, o dilde yazılmış hikayeleri, o hikayelerin inşa ettiği milleti, o milletin tuttuğu yurdu sevmelidir. Bu sevgi, üstelik sapına kadar samimi, gerçek olmalıdır. Turistik, pazarlamacı, oryantalist bir ilgiden söz etmediğimi söylemeye gerek var mı?

Çünkü kanundur, yücelik yüceliği, düşük olan düşük olanı yanına çağırır. Bu hep böyle olmuştur.

Aksi takdirde kendi kuyruğunun peşine düşmüş bir kedi gibi dolanıp durmak zorunda kalır. Vasat bunalımların peşine düşer, vasat hikayeler içinde hapsolmaya mahkûm olur. Çünkü kanundur, yücelik yüceliği, düşük olan düşük olanı yanına çağırır. Bu hep böyle olmuştur.

Koşulsuz ve yılışık bir sevgiden, nostaljik bir uyuşukluktan, bir çeşit milliyetçi biatten ya da ırkçı bir söylemin içinden konuşmadığımı bilmem söylemeye gerek var mı? Ortalama bir insanı olgunlaşmaya götüren şey nasıl, önce kendisini inşa eden ailesiyle ana babasıyla barışmaktan geçiyorsa, bir yazarı hele de bir hikâye anlatıcısını olgunlaştıran “ululaştıran”, ona büyük hikayeler yazdıran şey, kendi toprağıyla anlaşmaktan geçiyor.

Anlaşmak yani barışmak, söyleşmeye devam etmek, içsel bir arınma yaşamak. Yuttuğumuz, bize yutturulan yüz yıllık zoka ise başka bir yazının konusu olacak kadar bile değerli değil artık. Sanatçının vatansız, tarafsız olması gerektiği, kalabalıklar arasında yalnızlığı, kendi toplumuyla kavgalı oluşu nanelerini kast ediyorum.

Demem o ki, bir sanatçıyı büyük yapan şeyle, 17 yaşındaki cahil bir delikanlıyı yüceleştiren, sözüne, eylemlerine güvenilir kılan şey; modern zamanların hiçbir iradeye boyun eğmemeyi bir halt sanan ezberlerine inat aynıdır. O da en yakınındakileri sevmek, onları anlamaya çalışmak onlara asgari vefa göstermekle başlar. Sıradan insanı kahraman, yazarı, büyük yapan evet budur. Bu hep böyle olmuştur.