Cümle Kapısı

Bir sabah uyanıyorsun kapıcı gazeteyi bırakırken Heidegger’in bir sözünü anlayamadığını söylüyor.
Bir sabah uyanıyorsun kapıcı gazeteyi bırakırken Heidegger’in bir sözünü anlayamadığını söylüyor.

Nasıl olsa ölünecek düşüncesinden, her şeye rağmen yaşıyor olmanın bazen içe bazen de dışa doğru genişleyen düşüncesine tutundum. Bir şeyleri hissedebileyim diye öfkelendim sanki ve sevebileyim her şeyi diye duruldum. Yorgun ve sessiz bir bakış kazandırmayı denedim kendime.

Yağmurdur, bir yürüyüşü gözümüzde büyütür. Sana yorgun bakışlarım olur. Soğukta sigaralar, arkadaşlıklar. Provalar. Sanki ilk kez görmüşümdür ve görür görmez kaybetmişimdir.

Hangi duyguya kendimi emanet etmem lazımdır, bilemem. Kıştır, ruh sıkıntısıdır. Herkes kendi kaderinin köşelerini doldurmaya çalışır. Kalbimiz hiç büyümez aslında. Mesele de budur.


Hangi duyguya kendimi emanet etmem lazımdır, bilemem. Kıştır, ruh sıkıntısıdır. Herkes kendi kaderinin köşelerini doldurmaya çalışır. Kalbimiz hiç büyümez aslında. Mesele de budur. Ama bana var olmayı hissettirdiği için bu bozuk, yaralı ve hırçın kalbimi sevdim ben. Hayatı sevmedim de diyemem. Nasıl olsa ölünecek düşüncesinden, her şeye rağmen yaşıyor olmanın bazen içe bazen de dışa doğru genişleyen düşüncesine tutundum. Bir şeyleri hissedebileyim diye öfkelendim sanki ve sevebileyim her şeyi diye duruldum. Yorgun ve sessiz bir bakış kazandırmayı denedim kendime.

***

“Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman, yedi ile sekiz arası idi, sonra zaman içinde yeniden buldum kendimi, saati işitince. Büyük babamındı ve babam bana verdiği zaman, Quentin, ‘Sana bütün umutların ve özlemlerin mezarını veriyorum.’ demişti; o daha çok insan yaşantılarının saçmalığına varman için acıta acıta kullanılmaya elverişlidir, böylece senin kişisel ihtiyaçlarını babanın ve onun da babasının ihtiyaçlarını karşıladığından daha çok karşılayamayacaktır. Bu saati sana zamanı hatırlayasın diye değil, ara sıra onu bir an unutasın ve soluğunun hepsini onu elde etmek için harcamayasın diye veriyorum. Çünkü şimdiye kadar hiç bir savaş kazanılmamıştır demişti. Dahası savaşılmamıştır bile.

“Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman, yedi ile sekiz arası idi,
“Pencerenin gölgesi perdelerin üstüne vurduğu zaman, yedi ile sekiz arası idi,

Savaş alanı insanların delilikleri ile umutsuzluklarını ortaya çıkarır ve zafer felsefecilerle budalaların hayalidir. Yakalıklarımın durduğu kutuya dayalıydı ve ben yatmış dinliyordum saati. İşitiyorum, o kadar. Bir insanın bir cep ya da duvar saatini isteyerek dinleyeceğini sanmam. Gereksizdir de bu. Uzun bir süre sesi unutabilirsiniz ve sonra bir saniyelik tik-tak, işitmediğiniz zamanın eksilen uzun geçit resmini eksiksiz yaratır zihninizde. Babamın dediği gibi uzun ve tek ışık demetlerinin derinliklerinde insanın yürüdüğünü görebilirsin sanki.

  • Ve ölümü kız kardeş bilen iyi yürekli Aziz Francis’in bile hiç bir zaman kız kardeşi olmamıştı. Pişman olacağın şeyler, kaptığın saçma sapan huylardır. Bunu babam demişti. İsa çarmıha gerilmedi; küçük çarkların ufak tıkırtıları yiyip bitirdi onu. Kız kardeşi yoktu.

William Faulkner, Ses ve Öfke, sf. 68-69 Düşünen bir insan için mutsuzluk yoktur dedim. Bütün doğruları kendime söylemiştim ve bundan korktum. Başka biri için daima yalanlar bulmak zorunda olmam korkuttu beni. Tek kişilik eski koltuğa oturup sigaradan derin nefesler aldım. Beni gören biri boş gözlerle odayı seyrettiğimi düşünebilirdi. Oysa ben kendimi seyrediyordum, zamanın elinden kurtarabildiğim taraflarımı…

Cümlelerimin anlatılan görüntüden bağımsız olmadığı, dahası anlatılana yapışık olduğu nadir anlardan birindeydim. “İyi bir yazar merhametsizdir, başarılı olmak için çalabilir, dilencilik yapabilir, ahlâk kurallarını tanımayabilir. Bir kitabı tamamlamak için mutluluğunu güvenliğini, gururunu, mevkiini, her şeyini fırlatıp atabilir.” Faulkner

Neden Balzac?

Çünkü hayatı fethedercesine yazıyor. Çünkü ruhundaki ihtirası kahramanlarına pay etmiş. Çünkü çok konuşuyor, çok kahve içiyor ve daima parasız. Çünkü bir telefon konuşmasının ortasında “Balzac!” diye coşkuyla bağırabilirim.

Çünkü romantizmi de realizmi de aynı itinayla veriyor. Çünkü romanlarında dönemin arka planı için tarihçi gibi döktürüyor. Çünkü hemen her romanında “çek kırdıran” ve tahvil alan karakterler var. Çünkü yüzlerce kişiden oluşan kâğıttan ordusu yağmur gibi iniyor Fransa’ya. Çünkü yağmurlu bir taşra sabahında Rastignac, Paris’e doğru yola çıkıyor. Çünkü Cemal Süreya çevirisi Goriot Baba’yı bir gecede okumuştum. Çünkü “roman” ve “Balzac” kelimeleri yan yana. Çünkü iyi bir roman, güzel aldanışlarla doludur ve romanın göstermediği sayfalarda bunalır dururuz.

Kitaplar sustuğunda

Bir sabah uyanıyorsun kapıcı gazeteyi bırakırken Heidegger’in bir sözünü anlayamadığını söylüyor. Bakkala gidiyorsun, bakkal sana “Toplumcu edebiyat öldü be hocam” diyor. Sitenin parkında herkesin elinde bir kitap, konu komşu Sartre’nin Varlık ve Hiçlik’ini tartışıyor. Kahvede millet, “Nabokov’un, Tolstoy’dan daha büyük bir üslupçu olduğu” üzerine sonu küfürleşmelerde biten kavgalar yapıyor. Sağda solda gençler, aralarında “Neden eskisi kadar Refik Halit okunmuyor” şeklinde konuşuyorlar. Okulda ilköğretim talebeleri “Öğretmenim, Ahmet Haşim mi, Yahya Kemal mi daha moderndir, biz karara varamadık” diyor.

Sevgili Gogol, seni “Palto”ya hapseden ahmaklara sen de kızdın mı ben gibi?
Sevgili Gogol, seni “Palto”ya hapseden ahmaklara sen de kızdın mı ben gibi?

Otobüste şoför “Varoluş özden önce gelir” diye bağırıyor yolcuya, yolcu da “Hayır beyefendi, öz varoluştan önce gelir” diye karşılık veriyor. “Cuma hutbesinin konusu; insan nomen mi, fenomen mi?” diyor imam.

Soğukkanlılıkla

Sevgili Gogol, Umarım dünyada bulamadığın huzuru orada bulmuşsundur, desem bana güler miyiz birlikte? Neleri başlattığını edebiyatta ve bende hiç düşündün mü? Seni “Palto”ya hapseden ahmaklara sen de kızdın mı ben gibi? Allah aşkına söyle “Burun” diye bir hikâye neden yazar bir yazar? Tamam, ben biliyorum da onlara söyle! Her şey senin kahkahana değmeyecek kadar ucuzladı Nikolay, her şey acımasız bir kalem tarafından delik deşik edilmeyi bekliyor biliyor musun?

Otobüste şoför “Varoluş özden önce gelir” diye bağırıyor yolcuya, yolcu da “Hayır beyefendi, öz varoluştan önce gelir” diye karşılık veriyor. “Cuma hutbesinin konusu; insan nomen mi, fenomen mi?” diyor imam.


Bilmiyorsun elbette ve bilmemenin ve olmamanın sonsuz deniz altlarında havalanan kaftanınla ve huzurunla muhtemelen 166 yıldır dibe çöküyor musun? Dip deyişime bakma sen, aslında zihnimin zirvelerine yükseldiğini söylesem, eserinde bir yaprak kıpırdar mı ikimizin göreceği şekilde? Gogol’u okumayı eserlerini aşıp sana ulaşamadan yapanlarla, seni okuduğunu zannedenlerle dolu bir dünyada meramımızı rüzgâra mı anlatalım?

Nabokov bile seni ustalığının soğukluğuna mahkûm etti senin için yazdığı kitapta, birkaç tebessüm aralığı dışında seni gösterecek bir aynası yoktu ve sana damardan dokunacak kadar yenik değil miydi o? Bugünlerde ben yokluğumu gördüğüm – yokluğu görmek!- her yerde seni de görüyorum sanki. Sanki sen cümlelerini üfürüp duruyorsun buralara doğru. Doğru ya da yanlış ama gerçek bu ve hakikate daha çok yolumuz var. Yolumuz, yolum, yol. İnanmak. Zekânın tuzaklarına bile isteye düşmek ve yanan bir evi soğukkanlılıkla anlatmak en sonunda seni yedi bitirdi. Sorulardan cevaplar dışında her şeyin doğduğu bu asırda bu çoğaltım işlemine fazla girmek istemiyorum. Helvadan putlarımızın tozunu alıyoruz her gün ve onları sevmeyi hayat zannediyoruz. Aklına âşık budalalar dünyasında seni bile edebiyata dair bir bilgi nesnesine çevirdiler. Ölü Canlar, eeee? Palto, sonra? Peki sen kimdin? Edebiyat burada susar ve cevabı saklar. Her kitapta o cevabın biraz biraz açık edildiğini bilir. Sonra sessizlik.