Dağın kalbine yolculuk

Dağ
Dağ

Sırt çantalarımızı yükleniyor ve yürüyüş kolunu oluşturuyoruz. Beş kişilik bir ekip. Kadro iyi. İtimat tam. Kimse arkadaşını geride bırakmaz. Nasıl derler? Ölümüne. Ağaçlı patikadan kayalık bir yamaca ulaşıyoruz. Dağın zirvesi bize tepeden bakıyor.

Selçuk Sümer arıyor. Samanlı dağlarında bir mağara varmış. Pek bilinmiyormuş. ‘Bu hafta oraya girelim’ diyor. Peki.

Ekibi oluşturuyoruz. Eylül ayının ilk günleri. Sabah olmadan İstanbul’dan çıkış ve Geyve’ye varış. Akkayalar Lokantası’nda çorbalar içiliyor, çaylar söyleniyor.

Plan basit: Mağaraya gireceğiz. Eksiklerimizi tamam ettikten sonra, Pamukova üzerinden tırmanışa geçiyoruz. Elbette arabamızla. Yol boyunca, birbirinden güzel köylerden geçiyoruz. Sıklıkla duruyoruz. Kızılcık (kiren), yabani armut (çördük), acı elma (acuk) yiyoruz. Henüz olgunlaşmasa da ahlat ve alıç yeme teşebbüsleri. Köyler temiz. İnsanlar candan. Ağaçlar cömert. Hepsini bir kelimeyle özetleyebilirim: Bereket. Aklıma Turgut Uyar’ın şu dizesi geliyor: “Çalışmışsam o gün, dürüst ve islâm kalmışsam.” Rakım yükseldikçe her şey daha berrak hale geliyor. Duru Gök. Ormanda ilk dikkatimi çeken, kestane ağaçlarının çokluğu oluyor. Zamanını öğreniyor ve meyve takvimine yeni bir işaret ekliyoruz. Toprak yol, bize aslımızı hatırlatıyor. Bu duyguyu asfalt vermiyor. Hele beton, hiç. Bir müjde gibi tek tük gördüğümüz çocuklar. Küçük yaşlarına rağmen onurlu ve olgunlar. Denir ki, açılmamış kanatların büyüklüğü bilinmez. Buralarda hayat durgun görünüyor. Fakat öyle mi? Bir atalar sözü: Derin sular durgun olur. Çam ağaçlarının arasından, manzara birden açılıyor. Toprak genişliyor. Bakacak üzerinden Eskiyayla’ya ulaşmış bulunuyoruz.

Mağaraya az kaldı, yaklaştık. Altı kilometre sonra, yolun sonuna geliyoruz. Buradan ötesi yürünecek. Sırt çantalarımızı yükleniyor ve yürüyüş kolunu oluşturuyoruz. Beş kişilik bir ekip. Kadro iyi. İtimat tam. Kimse arkadaşını geride bırakmaz. Nasıl derler? Ölümüne. Ağaçlı patikadan kayalık bir yamaca ulaşıyoruz. Dağın zirvesi bize tepeden bakıyor. Yamacı aştıktan sonra mağaranın ağzına varıyoruz. Dağın kapısı gibi duruyor. İnsan boyu yüksekliğinde, bir metre genişliğinde. Her yer kuru olmasına rağmen, içerden kuvvetli bir su sesi geliyor. Bizde bin merak. Mağaranın girişinde insanı üşüten güçlü bir hava akımı var. Elimizdeki büyük feneri mağaranın içine tutuyoruz. Karanlık, birkaç metreye kalmadan, ışığımızı yutuyor. Son hazırlıklar yapılıyor. Paçalar çorapların içine sokuluyor, kafa fenerleri takılıyor, sopalar sağ ele alınıyor ve içeriye ilk adım atılıyor. Hadi bismillah. Daha on metre ilerlemeden suya kavuşuyoruz. Bir dereyi andıran su, yarım metre genişliğindeki bir yarıktan, bir şelâle gibi, dağın içine dökülüyor. Dağın içinden tekrar dağın içine. Ses işte buradan geliyormuş. Bu manzarayı görüp de ürpermemek mümkün değil. Yarıktan içeri düştüğünüzü düşünün. Bulamazlar. İlk temas. Ayaklarımız suya değer değmez, köze basmış gibi havalanıyoruz. Su çok soğuk. Yakıyor.

Kısa bir şaşkınlıktan sonra toparlanıyoruz. Mağara bazen genişliyor, bazen daralıyor. Tavan oldukça yüksek. Otuz metre ilerlemiştik ki, önümüze bir engel çıkıyor. İki metre yukarıdan akan su, bir oda büyüklüğünde gölcük oluşturmuş. Devam edebilmemiz için burayı geçmemiz şart. Boyumla eşit olan sopayla suyun derinliğini ölçüyorum. Sopa bitiyor, kolumun yarısı bitiyor, fakat derinlik bitmiyor. Suya girmemiz veya düşmemiz halinde, üşütüp hastalanacağımız kesin. Ötesini bilemem. Kısa bir konuşmadan sonra, köprü yapmaya karar veriyoruz. Dışarı çıkıyor ve belli uzunlukta ağaçlar kesiyoruz. Yanımıza iyi ki nacak ve yatağan almışız. Kestiğimiz ağaçları güçlükle içeri taşıyoruz. Bunları kendir ipiyle birbirine bağlıyor ve pek güvenli olmayan bir köprü yapıyoruz. Soru şu: İlk kim geçecek?

Dağın kalbine yolculuk
Dağın kalbine yolculuk

Müslim, hemen öne atılıyor ve inanılmaz bir cesaretle, çeviklikle karşıya ulaşıyor. Oradan attığı ipi belimize bağlıyor ve köprüyü öyle geçiyoruz. Bu noktadan sonra, mağara, sanat galerisine dönüşüyor. Rahmet, zahmetle birlikte gelirmiş. Tam anlamıyla böyle oluyor. Köprü yapımı sırasında ciddi vakit kaybettik. Yorulduk. Fakat sonrasında, ömrümüzde ilk kez gördüğümüz güzelliklere şahit olduk. Duvarlarda türlü renkler, şekiller. Bir tablo gibi. Bunların elbette bilimsel / meslekî adları vardır. Bilmiyoruz ve bundan dolayı mutsuz değiliz.

Dikitler, sarkıtlar, damlayan sular, parlayan tuzlar, dantel gibi işlenmiş duvarlar; en mühimi de suyun ulaşamadığı kuru zeminler. Selçuk, kafasını bir sarkıta çarpıyor. Haliyle, kanamaya başlıyor. Böylece, baret işinin önemini anlıyoruz. Neyse ki yara derin değil. Bu arada, latifeler, gülüşmeler. Tahminen altmış metre sonra, mağara ikiye ayrılıyor. Su gelen ve gelmeyen. Önce sağdan. Suyun olmadığı bölüme yöneliyoruz. Kırk-elli metrenin sonunda mağara bitiyor. Burada biraz soluklanıyoruz. Duvarlara dokunuyor, taşları inceliyoruz. Dağın içinde yuvarlak çakıl taşları var. Bembeyazlar. Bu nasıl açıklanır?

Anlayan birini bulsak da sorsak. Soğuk ve havasızlık yüzünden dermanımız azalıyor. Yine de bitirmeden çıkmayı düşünmüyoruz. Suyun aktığı sol taraf daha hareketli, renkli. Bu saf güzelliğe hem bakıyor, hem dokunuyoruz. Sadece el değil, neredeyse göz bile değmemiş. Diyelim ki, gizli kalmış. Kendini korumuş. Nihayet suyun kaynağına ulaşıyoruz. Bizim için bir rüya. Benim için Üç Köpük. Dağın yüzlerce metre içinde, bir kaynağın başındayız. Kaynayan su.

Her dağın bir karakteri vardır. İnsanlar gibi. Bu özellikler suyuna da yansır. Üstündeki ağaçlar, bağrındaki madenler; hepsi o suya farklı bir tat, değişik bir koku verir. Sular asla birbirlerine benzemezler. Bir avuç su içiyoruz. Sonra bunu defalarca tekrarlıyoruz. Vaktimiz daralsa da, kaynağın yanından ayrılmak istemiyoruz. Su bize yeniden hayat verdi. Kendimize geldik. İnancımız tazelendi. Bütün şişelerimizi boşaltıp bu yeni tanıştığımız suyla dolduruyoruz. Aziz olmanın ne anlama geldiğini, burada, bu dağın içinde daha iyi kavrıyoruz. Hürmetimiz, muhabbetimiz artıyor. Hevesimiz yerini buluyor. Artık dönüş zamanı. Yolu biliyoruz sayılır. Daha az bir emekle, sağ-salim başladığımız yerdeyiz. Hava kararmak üzere. Vakit kaybetmeden, gecenin misafiri olmak için hazırlıklara başlıyoruz.