Dik durmanın sakıncaları üzerine

Babil Kulesi
Babil Kulesi

Dik durmanın içinde her zaman, Tanrı’ya eş koşacak, onunla yarışacak, onunla başa baş savaşacak, tasavvufa göre nefsini okşatacak, bencilliğini ve kibrini kaşındıracak bir şey saklıdır.

Dik durmak, cehennemsi bir azabı da barındırır içinde. İnsan dik duruşuyla her zaman felaketi üzerine çağırmıştır. Dik duran ekinin, hevesi kursağında kalır.

Dik durdukça tırpanın keskin kahkahası onu boyun eğmeye, tevazua, başını yere koymaya iter. İnsanın kendini “taze biçilmiş ot gibi” hissetmesi elbette biraz da huzurdan kaynaklanır. Taze biçilmiş çim kokusu. Ta uzaklardan.

Deniz feneri nasıl dik duruşuyla gemiler için müheyya ve çıplaksa, her daim kavi ve her yerden görünürse, dik durmak insanı varlık açısından bir o kadar çıplak kılar. Görünür, gözler önünde ve merkezde…

Roland Barthes’ın “Eiffel Kulesi” çözümlemesinde Maupaussant’ın Eiffel Kulesi Lokantası’nda, hiç sevmediği halde sık sık yemek yemesini “Paris’te kuleyi görmediğim tek yer burası.” açıklamasıyla vermesi gibi, Eiffel’in dik duruşuyla bir sanatçının ruhunu nasıl da rahatsız ettiğini görürüz. Ondan kurtulmak, onun dimdik Paris şehrinde çelikten yığın olduğunu görmemek için ancak onun içine eklemlenmek. Sözünü ettiğim, burada, sadece Eiffel’in dikliği, dik duruşu değil Manhattan’da ya da Singapur’da, Tayland’da, Dubai’de yüzlerce kat gökdelenlerin arasında kendini küçük gören, kedini ufacık hisseden insanın duygularını da unutmamak lazım.

Gökdelenler büyüdükçe küçülen insanın dramı. Gökdelenlerle büyüyen küçük insanın dramı. Gökdelenlerin büyüklüğüne kendini eklemleyen, “Tanrılaşma” arzusunda olan insanın dramı. Yerden kopan, toprağın şefkatini unutan, toprağın ruhu her daim iyileştiriciliğini yok sayan ve kendini devasa binalara, uçsuz bucaksız asfalta ve betona gömen insanın dramı. Bulutların üzerine çıkmaya teşne, göğün yedi katını aşmaya hazır, elinden gelse felekler sistematiğine konuşlanacak insanın dramı. Dik duruş oysa o uçsuz bucaksız yabanıl doğada tehlikeyi üzerinize çekmekten başka nedir ki.

Daha oluş aşamasındayken yönlerden uzak; nutfe hâlindeyken altı yönle sınırlı, lanetli; doğduğunda yalpalayarak bitkilere, yere yakın ve yere yapışık olan şeylere karşı çıkarak yarı dik duruşu simgeleyen emekleme dönemi ve sonra belki de varlığı ters çeviren kendini bitkilerden, hayvanlardan üstün kılan “homo erectus”a (dik duran insan) kadar kendini felaketin eşiğine getirmiştir, dik duruşuyla insanoğlu. Sydney Pollack’ın A Space Odyssey filminde dört ayaklı maymunlarda kollar ve ayaklar yere değip adil bir savaşım olurken, kemiği bulan maymunun dik duruşuyla kemiği bir cinayet aracı olarak kullanması, ayağa dikelmesiyle fezaya açılma arasında koşutluk kurulur.

İçilecekse kana kana Tanrı’nın suyundan, ancak secde hâlinde alından çıkan, görünmeyen bir dudakla içilecektir o sonsuz Tanrı pınarından.
Dik durup göğe başkaldırma yerine, yere yakınlıktan, tehlikeye karşı kapalı ve korunaklı olmaktan yıldızlara doğru bir yol bulur kendine Kafka.
Dik durup göğe başkaldırma yerine, yere yakınlıktan, tehlikeye karşı kapalı ve korunaklı olmaktan yıldızlara doğru bir yol bulur kendine Kafka.

Maymunun bulduğu aparatı, kemiği, göğe fırlatırken kemik havada döner. Dönen kemik parçası, uzay boşluğunda dönen uzay mekiğine dönüşür. İnsan bir hayvan kemiğinden uzay mekiğine ancak dik duruşuyla varabilir, bu doğrudur. Bu tehlikeye açık olmayış anlamına gelmez. Kafka da Milena’nın “dik durma korkusu” konulu rüyasını tabir ederken, dik durmanın tehlikeye her daim açık olduğunu, ancak yere yattığımız, yere yakın olduğumuz yatay zamanlarımızda tehlikeyi bertaraf ettiğimizi dillendirir ona. Dik durup göğe başkaldırma yerine, yere yakınlıktan, tehlikeye karşı kapalı ve korunaklı olmaktan yıldızlara doğru bir yol bulur kendine Kafka.

  • Peki, ama dik durma ile göksel bir felakete açıklıkla (Babil kulesinin yıkılışı), yere yakınlık ve alnı yere vurmayla yıldızlı göğe açık olma arasında nasıl bağlantı kurulabilir?

Dik durmanın içinde her zaman, Tanrı’ya eş koşacak, onunla yarışacak, onunla başa baş savaşacak, tasavvufa göre nefsini okşatacak, bencilliğini ve kibrini kaşındıracak bir şey saklıdır. Tarih boyunca dikine, göğe doğru ilerleyen gotik yapılar, Babil kulesi, Burç Dubai bunu imler bizlere. Kafka bu yüzden “eğer üzerine çıkmadan inşa edilebilseydi, belki de Babil kulesinin yapılması yasaklanmazdı” demiştir. Üzerine çıktığınız vakit dikine, göğe doğru binaların gök ile yarışmak, Tanrı’yla aşık atmak anlamına geldiği bilinir. Bir taht ve taç olur o yapı.

Sizin kendinizi beğenmişliğinizin, egonuzun-enaniyetinizin, şımarıklığınızın, Tanrı’yla atışmanızın emaresi olur. O yüzden de Tanrı’nın gücüne gider ve yıkılır bunlar. Peki ama yatay yürümenin, yatay ilerlemenin, yere yakın olmanın, binaların secde mahallinde olmasının, küçüklüğünü bilmesinin, kibirlenmemesinin yıldızlı göklere açılan kapıyla bağlantısı nedir? Şudur: eğil ve sen de iç şu kutsal sudan. Suysan eğilmenle, küçülmenle tehlikeyi uzaklaştırmanla hen kai pan. Tanrı’yla bir olman. Ona katılman. Onda o olman.

  • O yüzden alnın yere değmesiyle göğe, yıldızlara, feleklere ve ötelere, öteler ötesine, öteler öteler ötesine, yahut dipsizliğe, yani o sonsuz sınırsız Tanrı’ya bir bağ var.

Bağ değil bir yol var. Secdede alnın çatından görünmeyene açılan. Alnı yere koyduğumuzda göğün kapılarının açılmasını sağlayan. Gözü kapadığımızda nasıl bize göre gerçek dünyadan uyku ve rüya alemine geçilirse, alnın yere vurulmasıyla secde hâlinde yıldızlı gök arasında ansızın kepenkler açılır Tanrı katının ve Tanrı katından.

İçilecekse kana kana Tanrı’nın suyundan ancak secde hâlinde alından çıkan görünmeyen bir dudakla içilecektir o sonsuz Tanrı pınarından. Ebedileşmek budur işte. Kaynağı içip o kaynak olmak. Kullukta güçlü olmak budur. Alnını yere vurarak o sonsuza bağlanman. Budur.