Dini kozmolojinin tasavvufi yorumu

Felsefeden nefs teorisi, sudur teorisi ve madde-suret teorisi tevarüs edilmiştir. Genel olarak dinî düşünce geleneğinden nübüvvet teorisi ile Taberî'den hareketle özetini sunduğumuz kozmoloji tevarüs edilmiştir.
Felsefeden nefs teorisi, sudur teorisi ve madde-suret teorisi tevarüs edilmiştir. Genel olarak dinî düşünce geleneğinden nübüvvet teorisi ile Taberî'den hareketle özetini sunduğumuz kozmoloji tevarüs edilmiştir.

Fârâbî, Âmirî, İbn Sînâ ve Sühreverdî gibi filozofların dinî kozmolojie ait unsurlara ilişkin parçalı yorumlarından sonra nihayet İbnü'l-Arabî modern döneme kadar dinî ve felsefî düşünceye damgasını vuracak kapsamlı bir yorum faaliyeti gerçekleştirmiştir. İbnü'l-Arabî düşüncesi, tasavvuf geleneğinin kelam geleneği ile ittifakına felsefe geleneğinin de eklendiği bir öğretidir.

Taberî'nin Tarih'inde gördüğümüz dinî kozmolojinin İslam filozofları tarafından yapılan parçalı yorumları, gerçekte dinî naslar ile felsefî öğretiler arasında irtibat kurmaya yönelik daha genel ve kapsamlı bir çabanın parçası olarak değerlendirilmelidir. Nitekim filozoflar, sadece âlem tasavvurunu değil, aynı zamanda Tanrı tasavvurunu ve Tanrı-âlem ilişki hakkındaki görüşlerini de dinî naslarla uyumlu hâle getirmeye çalışmıştır. Kelam geleneğinin eleştirilerinden etkilenen modern okuyucu, filozofların kadîm bilimler mirası ile İslam'ın dinî nasları arasında irtibat kurma çabalarının daima kadîm bilimler mirası yani felsefî öğretiler lehine sonuç verdiğini hatta bu çabanın, felsefî olanı meşrulaştırma projesinin bir parçası olduğunu düşünebilir. Fakat gerçekte hiçbir uzlaştırma teşebbüsünde uzlaşının tarafları mutlak olarak pasif değildir. Özellikle uzun zaman diliminde gerçekleştirilen uzlaşı teşebbüslerinde tarafların her ikisi de etkin bir unsur olarak kendini gösterir. Hatta bu süreç bazen beklenmedik şekilde başlangıçta daha pasif olanı, daha etkin hâle getirebilir.

Bu bakımdan İslam filozoflarının dinî nasları dikkate alma çabası, kadim ontolojiyi, ilahiyatı, ahlak ve siyaseti yeniden inşa etmelerine imkân vermiştir. Dinî kozmolojinin felsefî yorumu hususunda da benzer bir süreç gözlenebilir. Fakat filozofların kozmolojiye dair yorumlarının, söz konusu edilebilecek diğer konulardaki yorumlarından bir farkı vardır. Kozmolojiye dair yorumlar, Taberî'de gördüğümüz anlatıları dakik bir teoriyle irtibatlandırma seviyesinden öteye geçmez, zira sistemli bir açıklama sunmaz. Sadece sudurun mertebelerinin din dilinde hangi kelimelerle ifade edildiğine ve bir müminin zihninde nasıl tahayyül edildiğine dikkat çekilir. Fârâbî, Âmirî, İbn Sînâ ve Sühreverdî gibi filozofların dinî kozmolojie ait unsurlara ilişkin parçalı yorumlarından sonra nihayet İbnü'l-Arabî modern döneme kadar dinî ve felsefî düşünceye damgasını vuracak kapsamlı bir yorum faaliyeti gerçekleştirmiştir. İbnü'l-Arabî düşüncesi, tasavvuf geleneğinin kelam geleneği ile ittifakına felsefe geleneğinin de eklendiği bir öğretidir.

Bu bağlamda vahdet-i vücud, İbnü'l-Arabî öncesindeki sûfîlerin, kelamcıların ve filozofların, insana, Tanrı'ya ve Tanrı-âlem ilişkisine dair birikimlerinin mezcedildiği bir düşüncedir. Hiç kuşkusuz bu yeni mezcin ve yorumun merkezinde genelde dinî düşünce geleneklerinin özelde tasavvuf geleneğinin duyarlılıkları vardır. Felsefeden nefs teorisi, sudur teorisi ve madde-suret teorisi tevarüs edilmiştir. Genel olarak dinî düşünce geleneğinden nübüvvet teorisi ile Taberî'den hareketle özetini sunduğumuz kozmoloji tevarüs edilmiştir. Daha önce belirtildiği gibi dinî kozmoloji, bilhassa rivayet tefsirlerinde dağınık ama ayrıntılı bir şekilde takrir edilir. Vahdet-i vücûdcu sûfîler, kelamcıların atomculuğa dayalı kozmolojilerine atıf yapmayı bırakmışlar fakat hudus teorisini ve fâil-i muhtar Tanrı anlayışını kendi varlık tasavvurlarının bir parçası olarak muhafaza etmişlerdir. Diğer geleneklerden aktarılan bütün düşünceler, velayet teorisi, ilahî isimler teorisi, nefsin hâlleri ve nihayet yeni varlık tasavvuru doğrultusunda yeniden yorumlanmıştır. Hususen kozmoloji söz konusu olduğunda bile bu yeni yorumun pek çok ayrıntısı vardır.

Aşağıda yalnızca ana çerçeveye işaret edilecektir. İbnü'l-Arabî, Taberî'deki yaratılış hikayesini olduğu gibi alır fakat iki önemli müdahalede bulunur. Birincisi, yaratılış hikâyesini zamansallıktan arındırmasıdır. Taberî'deki hikâyenin en zayıf yanı ilk bakışta sanıldığı gibi kesin bilgi ifade etmeyen rivayetlerden oluşması değil, zamansallığıdır. Taberî on beş bin yıla ulaşan bir evren tarihi resmi çizer. Zira bu zaman dilimi, sadece bugünden bakıldığında değil, o zamanki bilgi hacmi dikkate alındığında da inandırıcı olmaktan uzaktır. Çünkü mesele, sadece insan türünün tarihiyle sınırlı değildir. İnsan idrakinin evrenin tarihini hesaplamaktan aciz olduğu kanaatinin daha yaygın olduğu bir dönemde belirli zaman aralıkları üzerine kurulu bir anlatı daima kuşku, inkâr ve küçümsemeye açıktır. Bu açıdan bakıldığında Taberî'nin zamansal anlatısının mukabilinde âlemin ezelî olduğunu iddia ederek yaratılışı zamansal bir tayinden arındıran felsefî kozmoloji bulunur.

Modern dönemde fizik ve matematik bilimlerdeki baş döndürücü gelişmelere rağmen, vahdet-i vücudun varlık düşüncesi dünyanın fiziksel açıklamalarından bağımsızlaştırılabildiği ölçüde savunulabilir görünmektedir.

Bu sebeple İbnü'l-Arabî tarihlemelerin tamamını açıklamanın dışında bırakmıştır. Nitekim o, özellikle insan ve dünyanın ömrü hususundaki görüşlerin muteber olmadığını hatta tahkikten nasibini almayanların tahminleri olduğunu belirtir. Cinlerin yaratılışıyla Âdem'in yaratılışı arasında altmış bin sene vardır. Bazı insanların zannına göre, dört bin sene geçtikten sonra cinlerin üremesinin kesilmesi gerektiği gibi yedi bin sene geçtikten sonra da insanların üremesinin kesilmesi gerekiyordu. Hâlbuki iş böyle olmamıştır. Aksine iş, Allah'ın dilediği duruma döner. Dolayısıyla beşer türünde olduğu gibi cinlerde de üreme bugüne kadar sürmüştür. Âdem'in başlangıcı ve ne kadar süre önce yaratılmış olduğu tam olarak bilinmez. Ya da, dünyanın süresinin tamamlanıp insanların yok olması ve ahiret hayatına göçmeye ne kadar süre kaldığı da bilinemez.

Söz konusu iddia, bilgide derinleşenlerin görüşü değildir. Onu, görüşleri muteber olmayan bir güruh iddia etmiştir (Fütûhât-ı Mekkiyye'nin Ekrem Demirli tercümesinden). Her ne kadar bu metinde İbnü'l-Arabî insan ve cinlerin yaratılış süresine ilişkin bir değerlendirme yapıyorsa da gerçekte âlemin yaratılışı hakkındaki zamansal açıklamaları da aynı doğrultuda değerlendirir. O, zuhurcu bir sudur anlayışı geliştirince zaten âlemin bir bütün olarak ezelden beri yaratıldığı kanaatine varmıştır. Dolayısıyla yaratılışa zaman tayin etmek, yaratılışın ezeli oluşuyla çelişir. İbnü'l-Arabî'nin dinî kozmolojiye ikinci müdahalesi tam da bu bağlamda anlam kazanır. Taberî'nin tasvirindeki kalem, ‘amâ, levh, arş, kürsî gibi nesnelerin tamamı, İbnü'l-Arabî metafiziğinde varlığın mertebelerine dönüşmüştür. Daha önceki yazılarda belirtildiği üzere İbnü'l-Arabî düşüncesinde varlık birdir ve Tanrı'nın kendisini ifade eder.

Dolayısıyla Varlık'ın mertebeleri, Tanrı'nın zuhurları ve tecellileridir. Varlık'ın imtidâdı anlamında bir zamandan, daha doğrusu dehrden söz edilebilir ama matematiksel bir miktar anlamında zaman ancak cisimlerin hareketlerinin ölçüsü olabilir. Böylece İbnü'l-Arabî, kelamcıların sıhhat bakımından sorunlu görerek kelamî tefekkürün konusu hâline getirmediği dinî kozmolojiyi hem sudurcu metafiziğin gücünü taşıyan hem de sufîlerin mahrem tecrübeleriyle muhkem hâle getirilen ayrıntılı bir teoriye dönüştürmüştür. Bu teoride Taberî'nin anlatısındaki zafiyet, yerini varlığa ilişkin tefekküre bırakmış, herhangi bir teorik fizikten ve tarihsel anlatıdan bağımsızlaştırılmıştır. Dönüşümün en dikkate değer tarafı, aslında Taberî'de yöntemsel bir ilke olarak vurgulanan hususun, tasavvufun metafizik iddialarının temeline yerleştirilmesidir. Taberî, kozmolojiye ilişkin anlatının, aklî istidlallere dayanmadığına ısrarla dikkat çekmiş ve anlatılan hususların istidlâlle bilinmesinin mümkün olmadığını, bu sebeple kendisini rivayetleri bir araya getirmekle sınırladığını söylemişti.

Kuşkusuz bu, yaratılışa dair doğru ve uygun bir açıklamanın ancak vahiy yoluyla bilinebileceği anlamına gelir. İbnü'l-Arabî, nübüvvet teorisini velayet teorisinin bir parçası hâline getirerek bir yandan varlığın mertebelerine dair verileri, doğrudan Hz. Peygamber'e (s.a.v.) dayandırmış, diğer yandan da Hz. Peygamber'in izinden giden bir müminin velayet mertebelerini kat ederek varlığın mertebelerine dair bilgileri tahkik edebileceğini söylemiştir. Bu sebeple vahdet-i vücûd, ilginç bir şekilde, İslam'ın erken döneminde ortaya çıkan yaratılış hikâyesi ile felsefe ve kelamın temel öğretilerinin gelişim süreçlerini tamamlayarak Fahreddin er-Râzî'yle eleştirel aşamaya intikal ettiği müteahhirûn döneminde karar kılan yaratılış hikayelerini mezcetmiştir. Diğer deyişle vahdet-i vücûd, rivayet (hadis, tefsir ve tarih) ve dirayet (kelam ve felsefe) yöntemlerinin verilerini kelimenin hakiki anlamıyla mezceden bir nazariyedir. Bu mezc, öylesine başarılıdır sayılmıştır ki, on dördüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar pek çok âlim ve düşünür, kelam ve felsefenin varlık düşüncesini vahdet-i vücûda bir hazırlık olarak değerlendirmiş, tasavvufun insan ruhunu arındırma ve aklı terbiye etme yolunu, aklî istidlâllerin ötesine götüren ve beşerin varlığı idrak etme çabasının zirvesine ulaştıran bir yöntem olarak görmüştür.

Diğer deyişle vahdet-i vücûdla birlikte İslam düşüncesinde metafizik iddiaya sahip disiplinler arasında hiyerarşi oluşturma tavrı gelişmiştir. Seyyid Şerif el-Cürcânî, Kemal Paşazade, Taşköprîzâde, Molla Sadra gibi İslam'ın ikinci klasik döneminin büyük simaları, bu tavrın önde gelen temsilcileridir. Modern dönemde fizik ve matematik bilimlerdeki baş döndürücü gelişmelere rağmen, vahdet-i vücudun varlık düşüncesi dünyanın fiziksel açıklamlarından bağımsızlaştırılabildiği ölçüde savunulabilir görünmektedir. Bu düşüncenin fizik ve matematik bilimlerin açıklamalarından bağımsızlaştırabileceği hatta bağımsız anlaşılması gerektiği ise bizzat İbnü'l-Arabî tarafından dile getirilmiştir.