Dünler

Erken Cumhuriyet döneminde gazetelerde ve dergilerde şairlerin ya da yazarların karikatürleri görülüyor. Bir şeyi hafife almanın en kırıcı yolu onu hafife aldığını göstermek değil, onu görmemek. Bugün şairler en kırıcı şekilde hafife alınıyor.
(Günlük değil de dünlük gibi bir bütünden alıntılar bunlar. Şimdilik pek az. Zamanla çoğalmaya namzet.)
*
Şiir bir ata mı, eşeğe mi, katıra mı benzer? Baki ya da Nedim, onu bir at gibi tahayyül ederdi. İnce belli, saltanatlı, gümüş koşumlarında güneş parçaları çakıp sönüyor. Suya kibirlice eğilmiş, başını sudan düşünceli kaldırmış. Etrafı dinliyor. Kasları uyanıyor koştukça. Kasları birer imge gibi şişiyor. İkisi üçü yan yana gelince, başkente arz etmeye değen bir kusursuzluk doğuyor. Toynakları var, failatün ve mefailün ve feulün. Gizlice çiftleşmiş, nezih, tok gibi duran ve menkıbeleri olan. Ayakta uyuyor. Ona “kişneme!” diyemeyiz. Bazen kanatlı (Miraçnamelerde mesela).
Modern şiir katırca. Biçimsizlik, şişgöbek, uzun kulak. Ama dayanıklı, dağ tepe çıkar. At eteklerde otlar, ot seçer. Katır seçmez. At arkasından katıra bakarken, katır attan daha düşünceli bir tırmanıcı olarak, piçliğiyle barışık anırabilir. Başka şeyler de söylenebilir ama katırların bir hikâyesinin, bir mitolojisinin, bir türküsünün olmaması susturuyor beni.
*
Şair, dil için nabız ölçer gibi bir şey. Akademisyen geçmiş nabızların kayıtlarını inceliyor, tartışmasını yapıyor ama şair son nabzı yakalıyor, onu tutup gösteriyor. Bu sebeple dildeki hayatiyeti akademisyenin yapıtından değil, şairinkinden anlıyoruz. Yine bu sebeple akademisyenin sunduğu ele gelir kayıtlar, ele gelirliği ölçüsünde geçmiş iyi ya da hastalıklı günleri hatırlatıyor: Hmm dil burada gençmiş, burada bitkin... Bütün bunlar geçmişe ait ve hep bir adım geri çekilerek bakılan tutanaklar. Son nabız hakkında konuşmak için hiç geri çekilmemek, hiç bakmamak, doğrudan damarı bulup dinlemek gerekiyor.
*
Cemal, Turgut, Edip... filan diyesim geliyor, böyle soyadsız. Hele Turgut’un, bir söyleşide aktardığı o şey... “Küçükken içli bir çocuktum. Annem abime kızardı, üzerine gitme onun, o içli bir çocuk!” deyişi yok mu? O yüzden iki kere Turgut.
*
Erken Cumhuriyet döneminde gazetelerde ve dergilerde şairlerin ya da yazarların karikatürleri görülüyor. Bir şeyi hafife almanın en kırıcı yolu onu hafife aldığını göstermek değil, onu görmemek. Bugün şairler en kırıcı şekilde hafife alınıyor.
Az nüfuslu, Ankaralı, porselen fincanlı, duble paça pantolonlu yılları sevdiğimi neden gizleyeyim. Şairler yüzyılı. Yüzyılı değilse bile yüzyıl değerinde otuz yılı.
*
Bazı kitaplar, kendilerinden beklenmeyen bir etki bırakabilir. Bazı kitaplar, bazen, bazı okurlarda... diye düzeltmeli. Önemsiz bir kitabın, önemli bir etkisi olabilir mesela. Bu etkinin beklenmedikliği, yazarın o kitapta yaptığı numaranın değerini kendisinin bile tam olarak bilememesine bağlı olabilir. Mesela Ahmet Vahap Akbaş’ın Güller ve Alevler diye bir romanını okumuştum lise yıllarımda. İstanbul’da yaşayan roman kahramanı sık sık (biteviye diyesim geliyor) börekçilerde börek filan yiyordu. Benim yaşadığım taşra şehrinde, o yıllarda, börek dediğin, o da arada bir evde yenirdi. Börekçi diye bir muayyen mekân yoktu. Böreğin bu denli erişilebilir olması, hem de roman kahramanını başına geldiği gibi sıkça romantik bir mekâna dönüşmesi beni yorucu biçimde büyülemişti. İstanbul Börekçileri başlıklı bir şiir yazmam işten değildi. Düşünüyorum da hala da yazabilirim.
*
“Diye diye bunu diyebiliyorum.”
Bu cümle, erişilmez bir yer tutuyor zihnimde.
Çaresizlik, çare, iktisat, kapsam gibi birçok şeyi içeriyor. Bu cümlenin değeri şurada sanırım (şimdilik): Onu başka bir dile çevirmek güç değil. İmkânsız. (Bugünlerde çeviriyle meşgul olduğum için, bunun nasıl çevrilebileceği üzerine düşünebiliyorum.)
Yani bir biçimde çevirmek mümkün gibi. Ama yapılan o çeviri, bu cümledeki hızı, ekonomiyi, “diye, diye”deki güldürücü çevikliği, safça cesareti asla yansıtamayacak. Bu cümle mesela, şiir üzerine düşünürken kullanabileceğimiz bir manivela gibi. Neyin manivelası? Sözü kaldır altındaki anlama bak! Hayır, anlamı kaldır, altındaki anlamsızlığa bak!
*

“Öykülerin için önce genel şeyler söyleyeyim: Yazdıkların basbayağı öykü. İyiler. Daha iyilerini de yazabilirsin.
Şöyle notlar aldım üçüyle ilgili:
1. M öyküsü: Bu öykü gayet olgun, bitmiş bir öykü. Anlatmayı seven, roman yazacak kadar gözlem yapan biri gibi duran bir yazarın kaleminden. Sadece öykünün sonu. Bir acı var kahramanda. Öykünün sonunda bu acıya haksızlık yapılıyor gibi, öykü topraktaki su gibi acıyı emiyor.
2. D öyküsü: Bu öykünün ilk yarısına pek giremedim. Bir öykü, bir film gibi değil de bir belgesel gibi başlıyor. Köy belgeseli. Köyde bazı çocukların oyunlarına kamera tutulmuş. Öyle. Sonra birden hızlanıyor. Ama bu hıza sanki kurgunun adaleti ve aklı yetişemiyor. Hızla gelişiyor, hızla bitiyor.
3. H öyküsü: Öykünün fikri iyi. Geliştirilebilir, geliştirilmesi gereken bir fikir. İki husus var. Bir: Hız sorunu yine. B ile K’nın telefon görüşmesinde her şey hızlı gelişiyor. Konuşmada boşluklara ihtiyaç var oysa. Bir yerde sözün bittiğini anlamalıyız. O yok. İki: Öykü keşke, K caddelerde yürürken bitseydi. Zaten olan olmuş, bunu anlamıştık. Sonunu biz okurlar yazabilirdik.”