Edebiyat hepimize gerekli değil mi?

Edebiyat, insanın kendisine ve başkasına saygıdan başka bir şey değildir.
Edebiyat, insanın kendisine ve başkasına saygıdan başka bir şey değildir.

Edebiyatı bir “kendini ifade etme biçimi” olarak gördüğümüzde, toplumun, yasaların, insanların kendini neyle, en iyi nasıl ve ne şekilde ifade edebileceğinin çözümünün edebiyatta olduğu görülecektir. Bu anlamda edebiyat her bilim alanına sınırsız imkânlar tanır ve açar. İster edebiyatın da içine dâhil edildiği sosyal bilimler alanında olsun, isterse çoktan koptuğu fen bilimleri alanında olsun. Kendini iyi ifade edebilme derdi de her şeyden önce bir insanın, toplumun derdi olmalıdır.

Sosyal bilimlerin içinde edebiyat bile sosyolojiden, hukuktan, psikolojiden nerdeyse keskin şekilde ayrılmış durumdadır.

Türkiye’de bilimler “sosyal bilim” ve “fen bilimleri” diye keskin bir şekilde ayrılınca, hele de fen bilimlerinin büyüleyici özelliği sosyal bilimlerinin önüne geçince; edebiyatın önemi ve sosyal bağlamda gerekliliği de zamanla unutulmuş oldu. Toplum olarak en eski dönemlere edebiyatımızın kaynağını götürebilsek de edebiyatın ne yazık ki bizim toplumda şimdilerde fen bilimleri kadar bir önemi olmadığı aşinadır. Çocuklarımız felsefe ile uğraştığında felsefenin insana “kafayı yedireceği” ya da “para etmeyeceği korkusu”; çocuklarımız biraz edebiyata eğilim gösterince “maval ve masal anlatılan bölüm” vurgusu toplumumuzun düşünce yapısında sosyal bilimlerin değerinin hangi kertede olduğunu göstermektedir. Bu biraz da modernizmin ayrımı oldu. Bilimleri keskin bir şekilde ayırıp, onları alt dallara tasnif eden ve bununla meşgul olanların da ne yazık ki ömrünü bu küçücük dala vakfetmesini sağlayan bir çağ modası.

Almanların büyük yazarı Johann Wolfgang von Goethe’nin çalışma saatlerini ikiye ayırdığı, laboratuvara girip Newton gibi fen bilimleriyle uğraşıp “Renkler Kuramı”nı bulması, kafatasında ya da diz kapağında kendi adını verdiği anatomik bir keşif yapması yanında roman ya da edebiyat saati geldiğinde dünyanın en büyük romanlarına da zaman ayırması, zihninde sosyal ve fen bilimleri ayrımını hiç yapmaması, ikisini aynı zihinde ve beyinde toparlaması ve bununla, bu iki disiplinin de birbirine yardımı sayesinde dünyanın en büyük klasik metinlerini yazması unutulmamalıdır. Robert Musil, Georg Büchner, Arthur Schnitzler ve akla gelebilecek daha nice yazar disiplinlerin keskin ayrımına karşılardı ve onları ayırmayı da uygun görmezlerdi. Şimdi sosyal bilimlerle fen bilimlerini bir yana bırakalım, sosyal bilimlerin içinde edebiyat bile sosyolojiden, hukuktan, psikolojiden nerdeyse keskin şekilde ayrılmış durumdadır.

Hukukun edebiyatsız, psikolojinin sosyolojisiz, sosyolojinin psikolojisiz hiçbir önemi olmadığını bir bilsek...
Hukukun edebiyatsız, psikolojinin sosyolojisiz, sosyolojinin psikolojisiz hiçbir önemi olmadığını bir bilsek...

Sosyal bilimlerin kendi içinde bile kendi bağımsızlığını elde etmiş ve sınırlarını çizmiş, terminolojisiyle baş başa kalmış bilimler mevcut. Hukukun edebiyatsız, psikolojinin sosyolojisiz, sosyolojinin psikolojisiz hiçbir önemi olmadığını bir bilsek... Kendine ait terminolojiyi oluşturup kendi guşe-i izzetine çekilen bilim dallarının edebiyatın yardımını almadan, edebiyatı bilmeden ilerleme imkânı yoktur. Edebiyatı bir “kendini ifade etme biçimi” olarak gördüğümüzde, toplumun, yasaların, insanların kendini neyle, en iyi nasıl ve ne şekilde ifade edebileceğinin çözümünün edebiyatta olduğu görülecektir. Bu anlamda edebiyat her bilim alanına sınırsız imkânlar tanır ve açar. İster edebiyatın da içine dâhil edildiği sosyal bilimler alanında olsun, isterse çoktan koptuğu fen bilimleri alanında olsun. Kendini iyi ifade edebilme derdi de her şeyden önce bir insanın, toplumun derdi olmalıdır. Edebiyatın dışında kaldığı sosyal bilimlerin ve hatta fen bilimlerinin de kendini iyi ifade edebilme sorununu özünde taşıması gerekmiyor mu?

  • Yasalarını iyi ifade edememiş hukuk bir cinayettir. En sade ve anlaşılır bir dil kullansa da yine de hukukçuların her tür içtihadına açık olacaktır. Muğlak ve anlaşılmaz, kendini iyi ifade edememiş bir hukuk dili ona tâbi olanlara büyük sorunlar oluşturur.

Aynı şey edebiyata şimdilerde burun kıvıran fen bilimciler ve sosyal bilimleri adam yerine koymayan şartlanmış toplum için de geçerlidir. Fiziğin, kimyanın, matematiğin kendine ait bir terminolojisi olsa da yine de bir şekilde dil ile kendini iyi ifade edebilme yolunu arayacaktır.

Edebiyatın dışında kaldığı sosyal bilimlerin ve hatta fen bilimlerinin de kendini iyi ifade edebilme sorununu özünde taşıması gerekmiyor mu?

Velev ki fizik, kimya, matematik tahsil edenler sadece branşlarına ayırdıkları vakitlerle yaşamlarını idame etmezler. Bunların gündelik hayatta bu terminolojiyle konuştuklarını, bakkaldan ekmeği böylesi bir terminolojiyle aldıklarını söylemek aptallık olur. Edebiyat her şeyden önce hangi branşa sahip olursak olalım ve mesleğimiz ne olursa olsun gündelik hayatta diğer insan teki ile bir iletişim ihtiyacımızı karşılaması gerektiğinden biz insanlar için olmazsa olmazdır.

Kendi branşlarının haricinde gündelik hayatta birkaç yüz sözcükle ömrünü idame ettirmek isteyenlere sözümüz yok. Edebiyat bu hayatta insanlarla karşılaşmada her şeyden çok kendini topyekûn anlatabilme ve ifade edebilmede sıkıntıların bertaraf edilmesi için elzemdir. İnsanın sözcük dağarcığında ne kadar kelime varsa ve dünyası o kadarsa; kelime haznesinde binlerce sözcüğe sahip olanla sözcük dağarcığı hiç gelişmemiş olanlar nasıl aynı kefeye konulabilir? Edebiyat bu derdi insana aşılar.

İlkin okuduğu ve içkinleştirdiği kitaplarla, kültürel unsurlarla kendi varlığını geliştirmeyi, sonra da kendini iyi ifade edebilme derdiyle diğer insan tekinin kendisini anlamasını kolaylaştırmayı uygun görmek... Bu başkasına saygı anlamı da taşımaktadır. Edebiyat, insanın kendisine ve başkasına saygıdan başka bir şey değildir.