Ezan, 1393 yaşında...

Mescid-i Nebevi, Peygamberimiz (sav) ve arkadaşları tarafından Hicret sonrasında inşa edildi.
Mescid-i Nebevi, Peygamberimiz (sav) ve arkadaşları tarafından Hicret sonrasında inşa edildi.

Sömürgecilik ile kölelik, sonra da teknik ve ekonomik kalkınma için misafir işçilik statüsünde Avrupa’ya göç ettirilen veya eden Müslüman azınlıklara önerilen şey ile 1789’da Yahudilere önerilen şey aynıydı: Evde Müslüman, sokakta Avrupalı olmak.

Medine, 622

Mescid-i Nebevi’nin inşası tamamlanmıştı. Namaz kılınacak yer belliydi; ama ortada Müslümanları bir araya toplayacak bir davet şekli yoktu. İslam’ın ortaya çıkışının ilk yıllarında namaza davetin temel usulü Hz. Bilal’in Medine sokaklarında “Esselâ, Esselâ (Buyurun namaza! Buyurun namaza!)” şeklinde seslenmesiydi.

Mekke ve Medine ahalisinin kitleler halinde İslam’a yönelmesi yeni bir ihtiyacı ortaya çıkarmıştı. Peygamberimiz (sav) sahabeleri toplayarak bunun için bir istişareye başladı. Sahabeden bazısı Hıristiyanlarda olduğu gibi çan çalınmasını, bazısı Yahudiler gibi boru öttürülmesini, bazısı da Mecûsilerdeki gibi ateş yakılıp namaz vakitlerinde bu ateşin yüksek bir yere çıkarılmasını teklif ediyordu. Ancak İslam Peygamberi (sav) bu teklifleri çeşitli sebeplerden ötürü uygun görmedi.

Hz. Bilal öğrendiği şeyi, büyük bir heyecan içinde okumaya başladı. İşte o anda şairin de dediği gibi “çanlar sustu ve fakat binlerce yılın yabancısı bir ses değdi minarelere: Tanrı uludur, Tanrı uludur.”

Kısa bir süre sonra sahabe efradından Abdullah bin Zeyd bir rüya gördü ve sabah vakti ilk olarak rüyasını peygamber efendimize anlattı. Peygamberimiz (sav) “İnşallah bu gerçek bir rüyadır” diyerek rüyasında okunan şeyin Hz. Bilal’e öğretilmesini istedi. Hz. Bilal öğrendiği şeyi, büyük bir heyecan içinde okumaya başladı. İşte o anda şairin de dediği gibi “çanlar sustu ve fakat binlerce yılın yabancısı bir ses değdi minarelere: Tanrı uludur, Tanrı uludur.”

Ortada bir davet vardı ve İslamiyet henüz doğmuştu. Bilal ise çok kısa bir süre önce Ümeyye b. Halef’in kuluydu. Kula kulluğu men eden bir dinin yayıldığını duyduğu gün İslam’a yönelmiş, hayatındaki her şeyi dönüştürmeye yemin etmişti.

Her ne pahasına olursa olsun geri dönmeye de niyeti yoktu; zira Ümeyye b. Halef, kölesi Bilâl’in Müslüman olduğunu anladıktan sonra, onu İslam’dan geri döndürmek için her türlü işkenceyi yapmıştı. Hatta bir gün, Bilal kızgın kumların üzerine yatırılmış, sırtına da oldukça büyük bir taş konulmuştu. Ona “Muhammed’e küfret; Lat ve Uzza’ya iman et. Yoksa onlara iman edinceye kadar böyle kalacaksın.” denmişti. Kafasını zorlukla kaldırdı, kızgın kumun ve sırtındaki taşın yarattığı ıstırabı sonsuz bir şekilde sona erdirecek kelimeler şöyle döküldü ağzından: “Allah birdir, Allah birdir.” İşte böyle gelişti olaylar...

Granada, 1492

İslam, Çin’den Endülüs’e dek uzanan geniş bir coğrafyaya yayılmıştı. Modern dönemde İspanya diye adlandıracak bölgede ise ilginç gelişmeler yaşanıyordu. Aragonlu Prens Ferdinand, Castilla Prensesi İsabelle ile evlenerek Aragon ve Castilla’yı birleştirmiş; 6 Ocak 1492’de Granada Müslümanlardan geri alınmıştı. Granada’nın düşmesiyle Müslüman ve Yahudilerden arındırılmış homojen bir toplum yaratma çabasının ilk aşaması oluşturulmuştu. On yıl gibi kısa bir sürede, Müslümanların önemli kısmı kovulmuş, bir kısmı Hıristiyanlaştırılmış, bir kısmı da işkencelere maruz kalarak katledilmişti.

Kara derili köle Bilal, İslam dininin en ulvi görevlerinden birini yapmaya layık görüldü. Bilal artık Ümeyye b. Halef’in değil, Allah’ın kulu olmuştu. Ezan da bu dönüşümün amentüsüydü. Bu öyle bir amentüydü ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Allah’ın bir ve eşsiz, insanların eşit ve özgür olduğunu deklare eden bir din söz konusuydu. Ezan da bu dinin büyüleyici çağrısı idi işte...
Kara derili köle Bilal, İslam dininin en ulvi görevlerinden birini yapmaya layık görüldü. Bilal artık Ümeyye b. Halef’in değil, Allah’ın kulu olmuştu. Ezan da bu dönüşümün amentüsüydü. Bu öyle bir amentüydü ki hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı. Allah’ın bir ve eşsiz, insanların eşit ve özgür olduğunu deklare eden bir din söz konusuydu. Ezan da bu dinin büyüleyici çağrısı idi işte...

Bu durum, Müslümanların özelde Avrupa’da genelde ise tüm dünyada yaşadığı ne ilk ne de son trajedi olacaktı kuşkusuz.

İspanya’da ezan, 5 Ocak 1492’de Granada’daki büyük caminin minarelerinden son kez yankılanmıştı. Yeni dönemin yeni paradigması ‘Hristiyanlık dışındaki tüm dinlerin yaşam alanlarının yok edilmesi, geri kalan tüm varlıkların köleleştirilmesi’ idi. Nitekim öyle de oldu. Modern dönem köleliği başlamış, ezanlar susmuştu. Başka bir deyişle, ezanın susturulması köleliği diriltiyordu.

Yine aynı yıl, İspanya Kraliçesi Elizabeth’in onayıyla, Ağustos 1492’de üç İspanyol gemisiyle yola çıkan Kristof Kolomb haftalarca süren bir yolculuğun ardından 12 Ekim gecesi, adına sonradan Amerika denecek kıtayı keşfetmişti. Papalık, bilinen dünyanın ötesinde yaşayanların pagan ve kâfir olduğunu, bu nedenle de oradaki yerlilerin öldürülmesinin serbest olduğunu ilan etmişti.

  • Böylece vahşi ve acımasız kıyımlar başlamış, yetmiş beş milyonluk yerli nüfus, iki buçuk milyona düşmüştü. Böylece tarihin gördüğü en vahşi katliamlardan biri gerçekleşti. Ortada, çalıştırılacak insan da kalmamıştı. İspanya’nın öncü olduğu bu sistem, daha sonra Hollanda, Fransa, İngiltere gibi ülkelerde de görüldü.

Batının görkemli abidelerinin yapılması için iş gücüne, yani köleye ihtiyaç vardı; çünkü Londra Metrosunun ve Paris’teki Louvre Müzesinin yapılması gerekiyordu. Önemli bir kısmının Müslüman olduğu 60 milyona yakın kölenin bir kısmı zorunlu bir şekilde transatlantik yolculukla Amerika’ya götürüldü, geri kalanlar ise Avrupa’ya.

5 Ocak 1942 tarihinde İspanya'da ezan yasaklandı.
5 Ocak 1942 tarihinde İspanya'da ezan yasaklandı.

Paris, 1789


Fransız devrimciler, devrimin hemen arifesinde devrimci Yahudilerin statüsüne ilişkin tartışmalar yapıyorlardı; zira aydınlanma çağına çoktan girilmişti. Fransız Devrimi’nden önce Fransız milliyetçileri Yahudilerin etnik aidiyetten kopmalarını istiyordu. Böylece onlardan Fransız ulusuna dahil olmalarını isteyerek buna karşılık onların dinlerini özel alanda özgürce yaşayabileceklerini belirtiyorlardı. Bu formül Yahudilerin “evde Yahudi, sokakta Fransız” olmalarını öngörüyordu. “Evde Yahudi” olmaktan kasıt, dinî ibadetlerin özgürce yerine getirebilmesiydi. Fakat bu, kamusal alanının dışında tutulması gereken bir olguydu. Dolayısıyla bu formül asimilasyonu öngörüyordu.

Her şeye rağmen ezan, Batılılara şu mesajı veriyor: “Evet, biz buradayız ve burada olmaya da devam edeceğiz."


Pek çok Yahudi bu durumu kabullenmek zorunda kaldı ve etnik arka plandan yalıtılmış yeni bir Yahudilik, yani Musevilik doğmuş oldu. Bu dönüşüm Yahudi geleneklerine göre devrimdi; çünkü tarihte birkaç istisna dışında Yahudilik hem dini hem etnik aidiyeti barındırıyordu. Yani 1492’de din adına yapılan bu homojenleştirme çalışması adına ulus denilen yeni bir olguyu ortaya çıkarmıştı. Ülkedeki Müslümanların önemli bir kısmı ise kölelik müessesi üzerinden ülkeye getirilmişti, bu sebeple talep edecekleri bir şey yoktu. Varlıkları dahi kamusal alanın dışında tutulmalıydı. Çünkü zihinsel bir homojenleştirmenin olduğu yerde hiçbir farklı dine ve millete tahammül yoktu. Elbette bu koşullarda ezanın duyulması için imkan da yoktu.

Zürih, 2009

Ezan sesinin ilk olarak duyulmasının ardından 1387, Granada’nın düşmesinin üzerinden 523 ve Fransız devriminden sonra 226 yıl geçmişti. Sömürgecilik ile kölelik, sonra da teknik ve ekonomik kalkınma için misafir işçilik statüsünde Avrupa’ya göç ettirilen veya eden Müslüman azınlıklara önerilen şey ile 1789’da Yahudilere önerilen şey aynıydı: Evde Müslüman, sokakta Avrupalı olmak. Aslında Avrupa, bu insanların evde de Müslüman olmasına razı değildi; fakat yapılacak hiçbir şey yoktu. Avrupa’da yükselen her minare, onların kalplerine bir ok gibi saplanıyordu.

  • Çünkü onlar için Müslümanların görünürlüğü var olmalarından daha büyük bir yıkımdı. Bu sebeple Müslümanların yeniden bir reconquista süreci ile dışarı atılması veya en azından görünürlüklerinin engellenmesi gerekiyordu. Zira ortada bir kimlik krizi vardı. Bu krizin aşılması için ezanın susturulması ve minarelerin engellenmesi gerekiyordu. Ve öyle de oldu.

Berlin, Paris, Viyana, Londra ve tüm Avrupa başkentleri, 2015 Ezan,1393 yaşında. İnsani ve İslami bir çağrı olarak dünyanın neredeyse her tarafında duyuluyor artık. Avrupa’da ise durum çok farklı gelişiyor. Bugün hiçbir Avrupa başkentinde ezan ya hiç okunmuyor ya da sadece günde birkaç kez okunmasına müsaade ediliyor. Koşullar ne olursa olsun, Avrupalılar ezanı varlıksal bir tehdit olarak görürken Müslümanlar hem kendilerini hem Avrupa’yı özgürleştirecek bir çağrı olarak görüyor.

Her şeye rağmen ezan, Batılılara şu mesajı veriyor: “Evet, biz buradayız ve burada olmaya da devam edeceğiz."