Felsefe geleneğinde akıl

Endülüs geleneği bilhassa felsefe ve bilimlerin insan için ne anlam ifade ettiği hususunda açık, ayrıntılı ve vurgulu bir tavrı temsil eder.
Endülüs geleneği bilhassa felsefe ve bilimlerin insan için ne anlam ifade ettiği hususunda açık, ayrıntılı ve vurgulu bir tavrı temsil eder.

Doğuda Gazzâlî, Sühverdî ve Râzî’den sonra felsefe herhâlde hiçbir dönemde olmadığı kadar yaygınlık kazanmış, felsefî öğretiler dinî düşünce gelenekleri tarafından tevarüs edilmeye başlanmıştır. Mantık, kelam ve fıkıh usulünün mukaddimesine dönüşmüş, İbn Sînâ’nın zorunlu-mümkün ve varlık-mahiyet ayrımları herhangi bir bilimsel açıklamanın temel aracı haline gelmiş ve Fârâbî tarafından kurulan ahlâk ve siyaset teorisi İbn Miskeveyh ve Nasîruddin et-Tûsî’nin de katkılarıyla İslam düşünürlerinin ortak açıklama modeline dönüşmüştür.

Emevîler döneminde bir kısım küçük teşebbüsler olsa da Abbasîler döneminde Hicrî 200-220 arasında sistemli bir tercüme hareketiyle kadîm bilimsel miras Arapçaya aktarıldı. Böylece önemli ölçüde unutulmaya yüz tutmuş ve hayatiyetini yitirmiş kadîm bilim geleneği, İslam’ın medenî havzasında yeniden dirildi. Bu durumun, İslam medeniyeti için çok esaslı bir sonucu olmuştur: Hicrî ikinci yüzyılda kurulan ve kelam olarak adlandırılan bilimsel aklın yanında ikinci bir bilimsel aklın ortaya çıkışı. Aslında kelamcıların daha önce de bu kadîm mirastan şu veya bu ölçüde haberdar olduğunu biliyoruz. Fakat tercümelerle birlikte kendilerini “filozof” olarak adlandıran yeni bir epistemik cemaat ortaya çıkmıştır. Bu cemaatin iki ayrıştırıcı özelliği vardır. Birincisi, Eflâtun ve Aristoteles ile sistemleşen ve Helenistik dönemde bilhassa Plotinus tarafından yeniden yorumlanan felsefî düşüncenin varisi olmasıdır.

İnsanlığın ortak bir birikimi olarak bilim ve felsefe geleneğinin medeniyetler arası tedavülü dikkate alındığında İslam döneminin filozofları, “sonrakiler” kuşağının bir bölüğünü oluşturur.

Bu açıdan İslam’da felsefe geleneğinin öncüleri (mütekaddimûn) İslam medeniyetini önceleyen dönemlere aittir. İnsanlığın ortak bir birikimi olarak bilim ve felsefe geleneğinin medeniyetler arası tedavülü dikkate alındığında İslam döneminin filozofları, “sonrakiler” kuşağının bir bölüğünü oluşturur. İkincisi ise yeni oluşan filozoflar cemaatinin kelam geleneğinin temsil ettiği bilimsel akıldan temel ilkeleri itibariyle farklılaşan bir bilimsel aklı temsil etmesidir. Müslümanların gündemine, hem teorik hem de pratik varlık alanı hakkında kapsamlı bir açıklama olarak intikal eden bu bilimsel akıl, bir yandan İslam’ın sonraki dönemleri üzerinde dönüştürücü etki göstermiş, diğer yandan da İslam dini etrafında oluşan sorun ve çözümlerin etkisiyle dönüşmüş ve yenilenmiştir. Bu bağlamda intikal eden felsefe geleneğinin hem etkisi hem dönüşmesi oldukça hızlı olmuştur.

Yirmi yıl kadar süren yoğun tercüme döneminin bir filozoflar cemaati oluşturması, aslında beklenmedik gelişme sayılabilir. Çünkü bu, ilerleyen yazılarda bir kısmını açıklayacağımız bilgi teorisi, doğa teorisi, metafizik, ahlâk ve siyasete ilişkin kadim görüşlerin ekolleşecek kadar taraftar bulması ve yeni medenî havzada kendisine yer açması anlamına gelir. Öte yandan tercümelerin yapıldığı zaman diliminden itibaren yetişen İslam dönemi filozofları, tevarüs edilen mirası adım adım dönüştürmüşlerdir. Önce bu dönüşüm sürecinin genel bir özetini verelim, ardından da ilerleyen yazılarda İslam’da dönüşerek varlığını sürdüren bu geleneğin bize sunduğu bilimsel aklın temel unsurlarını ele alalım. İslam’ın ilk filozofu Kindî, hem felsefî mirası tanıtıcı eserler kaleme almış hem de kelam geleneğinin varlık tasavvurunu ve Tanrıâlem ilişkisine dair görüşlerini dikkate alarak yeni bir ontoloji ve metafizik inşa etmiştir.

Fârâbî’yle birlikte İslam, bütün dönemleri etkileyen büyük filozoflarından ilkini yetiştirmiştir.
Fârâbî’yle birlikte İslam, bütün dönemleri etkileyen büyük filozoflarından ilkini yetiştirmiştir.

Fârâbî’yle birlikte İslam, bütün dönemleri etkileyen büyük filozoflarından ilkini yetiştirmiştir. Diğer deyişle Fârâbî felsefe geleneğinin tüm dönemlerde şu veya bu ölçüde varlığını devam ettiren teorilerini kurmuştur. Bilgide bütünlüğün, bilimler arası ilişkinin ve yeni bir bilimler tasnifinin oluşturulması; mantık ilminin Arapçada inşâ edilmesi; sudûr teorisinin tevarüs edilip bilimsel bilginin bütünüyle uyumlu hale getirilmesi; mütehayyile gücü ve ilâhî inâyet kavrayışına dayalı yeni bir nübüvvet teorisinin inşası; dilin ve toplumun kuruluşunun sistemli bir açıklamasına ulaşılması, ahlâk ve siyaset teorisinin kurulması, onun büyük başarısının yalnızca başlıklarını oluşturur. Bütün bunlar, tercümelerden elli yıl sonra doğan bir filozof tarafından gerçekleştirilmiştir.

  • Fârâbî’den sonra Bağdat felsefe okulu bilhassa mantık ve metafizikte gelişme kaydederek Aristoteles mantığının yeni bir yorumuna ulaştıkları gibi yoktan yaratma görüşü ile sudûr teorisini uzlaştıran yeni bir metafizik geliştirmişlerdir.

İbn Miskeveyh neredeyse bütün felsefî mesaisini ahlâk alanına hasrederek yeni bir adalet teorisi geliştirmiştir. Doğu İslam dünyasının yaratıcı filozofu Ebû’l-Hasan el-Âmirî, felsefe tarihinde nadir görülen bir çeviklikle hem zorunlu-mümkün ayrımını geliştirerek ontolojiyi yenilemiş, hem de İslam dininin duyarlılıklarını dikkate alarak yeni felsefe kavrayışı inşa etmiştir. Nihayet tüm bu çabalar Mâverânnehir bölgesinde yetişen İbn Sînâ felsefesinde zirveye ulaşmıştır. İbn Sînâ; Fârâbî, Âmirî ve Mutezile kelamcılarının fikrî mesaisini devasa bir felsefî öğretiye dönüştürmüştür. Zorunlu-mümkün ayrımına varlık-mahiyet ayrımını ekleyip bütün felsefî meselelere tatbik ederek felsefî ontolojiyi geriye dönüş imkânsız olacak şekilde yenilemiştir. Fârâbî’nin benimsediği sudûr teorisini kusursuzlaştırarak bu teoriyi İslam geleneğinde yoktan yaratmaya güçlü bir alternatif açıklamaya dönüştürmüştür. Bu teorinin dinî naslara tatbik edilerek yeni bir dinî düşünceye ulaşma çabası, bizzat İbn Sînâ tarafından üstlenilmiştir.

Yine Fârâbî’nin tasavvur-tasdik ayrımını dikkate alarak klasik mantığa bugün de hala geçerli olan nihaî formunu kazandırmıştır. Aristoteles’len gelen ve bilhassa Yeni Eflâtuncu filozofların katkılarıyla derinleşen teorik fiziğin sorunlarını, felsefe geleneğinin “bilimsel bilgi” anlayışını temsil edecek yetkinlikte çözüme kavuşturmuştur. Fiziğin alt dalları sayılan psikoloji ve tıp gibi alanlarda İbn Sînâ’nın kitapları, klasik dünyanın kanonik eserleri haline gelmiştir. Matematik bilimleri de kaleme alan İbn Sînâ bilhassa musiki biliminde Fârâbî’nin kurucu olma vasfını tamama erdirmiştir. İbn Sînâ’nın felsefî bilimler külliyatındaki etkisi o denli güçlüdür ki ondan sonra meşşâî gelenek denince İbn Sînâ felsefesi kastedilmeye başlamıştır. Onun bu konumu “eş-Şeyhu’r-Reîs” unvanında özetlenir ki İslam düşünce geleneğinde “Şeyh” ifadesi ekol kurucusu sayılan düşünürler için kullanılır. İbn Sînâ’dan sonra kelam geleneğinin felsefe geleneğine başkaldırısı görülür.

Fiziğin alt dalları sayılan psikoloji ve tıp gibi alanlarda İbn Sînâ’nın kitapları, klasik dünyanın kanonik eserleri haline gelmiştir.

Gazzâlî kelam geleneğinin kendi içindeki tüm çeşitliliğini felsefeye karşı bir silah haline getirerek ayrıntılı bir felsefe eleştirisi yapmıştır. Fakat bu eleştiri, aynı zamanda kelam geleneğinin kapılarını sonuna kadar felsefe geleneğine açmasına zemin hazırlamıştır. Gazzâlî’den hemen sonra Ebû’l-Berekât el-Bağdâdî felsefenin içinde kalarak meşşâî geleneğin muhtasar ama dakik bir eleştirisini yapmış ve ilk filozof Kindî’yi hatırlatacak şekilde yeni bir metafizik önermiştir. Gerek felsefe geleneğinin varlık ve bilgi teorisindeki gelişmeleri, gerekse kelam geleneğinde felsefeye yöneltilen eleştirileri dikkate alan Şihâbüddin es-Sühreverdî, felsefenin yöntemi, bilgi teorisi ve âlem tasavvurunda yenileşme önerisinde bulunmuştur. Nazar yöntemi ile müşâhede yönteminin birleştirilmesi, tek başına müşâhede yönteminin hakikatin ayrıntılı bilgisine ulaştırabileceği iddiası, hayal gücünün idrak ettiği şeylerin misal âleminde bir tahakkukunun bulunduğu görüşü, nihayet bu dünyada bulunan her bir türün soyut bir akıl olarak aklî âlemde var olduğu (yatay nurlar) düşüncesi, onun “İşrâkîlik” adı verilen felsefesinin ana başlıklarını oluşturur.

Endülüs geleneği bilhassa felsefe ve bilimlerin insan için ne anlam ifade ettiği hususunda açık, ayrıntılı ve vurgulu bir tavrı temsil eder.
Endülüs geleneği bilhassa felsefe ve bilimlerin insan için ne anlam ifade ettiği hususunda açık, ayrıntılı ve vurgulu bir tavrı temsil eder.

Ardından Fahreddin er-Râzî, hem İslam’ın bütün dönemlerinde görülebilecek en derin ve ayrıntılı bir felsefe eleştirisi yapmış hem de İbn Sînâ’da yetkinleşen haliyle felsefe geleneğinin verileriyle kelam geleneğini yenilemiştir. Râzî bir yandan kelamın gücüyle felsefeyi, diğer yandan da felsefenin gücüyle kelamı sorunsallaştırmıştır. Râzî’nin bu çabası kelam ve felsefe geleneğinde “tahkik” denilen yeni bir eleştirel okuma biçiminin gelişme ve yöntemleşmesine sebep olmuştur. Bu bağlamda Râzî’nin kelam ve felsefe okuması, İslam düşünce tarihinde öylesine etkili olmuştur ki ondan sonra Râzî düşüncesini bilmeyen herhangi bir düşünürün kelam ve felsefede uzmanlaşması imkânsızlaşmıştır. Rus romanının Gogol’un Palto’sundan çıkmasını andırır şekilde 13. yüzyıldan itibaren yetişen bütün kelamcı ve filozofların Râzî’nin eserlerinden çıktığını söylemek abartılı değildir. Endülüs’te başlangıçta Fârâbî ve İbn Sînâ etkisinde kurulup İbn Bâcce ve İbn Tufeyl gibi filozoflarca temsil edilen felsefe İbn Rüşd’le zirvesine ulaşmıştır.

Endülüs geleneği bilhassa felsefe ve bilimlerin insan için ne anlam ifade ettiği hususunda açık, ayrıntılı ve vurgulu bir tavrı temsil eder. Bu farkındalık, nihayet İbn Rüşd’de felsefenin asli hâlinin ne olduğuna ilişkin bir soruşturmaya ve yeni felsefe tarihi okumasına dönüşmüştür. İbn Rüşd’ün arayışı ve yazarlık gücü, onu bütün dönemlerin en büyük Aristoteles şârihi unvanıyla ödüllendirmiştir. Böylece İslam, İskender Afrodîsî’nin elinden Aristoteles’in büyük şârihi olma unvanını almıştır. Doğuda Gazzâlî, Sühverdî ve Râzî’den sonra felsefe herhalde hiçbir dönemde olmadığı kadar yaygınlık kazanmış, felsefî öğretiler dinî düşünce gelenekleri tarafından tevarüs edilmeye başlanmıştır. Mantık, kelam ve fıkıh usulünün mukaddimesine dönüşmüş, soyut nefs teorisi kelamcılarca kabul edilmeye başlamış, İbn Sînâ’nın zorunlu mümkün ve varlık-mahiyet ayrımları herhangi bir bilimsel açıklamanın temel aracı haline gelmiş, madde-sûret ayrımına dayalı felsefî doğa teorisi meşru bir yaygınlık kazanmış ve Fârâbî tarafından kurulan ahlâk ve siyaset teorisi İbn Miskeveyh ve Nasîruddin et-Tûsî’nin de katkılarıyla İslam düşünürlerinin ortak açıklama modeline dönüşmüştür.

  • Dahası, İbn Sînâ felsefesinde yetkinleştiği haliyle sudûr teorisi, İbnü’l-Arabî ve Sadreddin el-Konevî tarafından tevarüs edilerek yeni bir tasavvuf metafiziği kurulmuştur: Vahdet-i vücûd. Bu metafizik, şaşırtıcı bir cesaret ve dakiklikle, felsefî öğretilerden filozofların öngörmediği sonuçları çıkararak bu sonuçları tasavvuf ve kelam geleneğinin beklentileri doğrultusunda yorumlamıştır.

Böylece tasavvuf geleneğinin muhakkikleri, bilhassa Konevî’nin çabalarıyla felsefe geleneğinin muhakkikleriyle yakın bir çizgiye evrilmiştir. Fahreddin er-Râzî’nin kelam ve felsefe eleştirileri, Nasîruddin et-Tûsî, Kâtibî Kazvînî, Esîrüddin el-Ebherî, Kutbüddin er- Râzî, Mübârekşah Mantıkî, Adudiddin el-Îcî, Sadeddin et-Teftâzânî ve Seyyid Şerif el- Cürcânî gibi filozof ve kelamcılarda meyve vererek bir bütün olarak İslam düşüncesi yeni bir döneme girmiştir. İslam’ın ikinci klasik dönemi olarak adlandırılabilecek bu dönemde hem Eşarîlik ve Mâtürîdîlik gibi kelam okulları, hem de bizzat Meşşâî felsefe okulu, dönüşüme uğramıştır. Bu dönüşüm en çarpıcı ifadesi, bütün teorik düşünce okullarının hakikat arayışı zemininde ortak bir hedefe yöneldiğinin kabul edilmesi ve böyle olduğu ölçüde insanın yetkinleşmesi için bir imkân olarak değerlendirilmesidir.

İslam’da felsefe geleneğinin öncüleri (mütekaddimûn) İslam medeniyetini önceleyen dönemlere aittir.
İslam’da felsefe geleneğinin öncüleri (mütekaddimûn) İslam medeniyetini önceleyen dönemlere aittir.

Söz konusu yeni dönem, bir bütün olarak Osmanlı düşünürleri tarafından tevarüs edilmiş ve İslam dünyasının Batı bilimi ve düşüncesiyle karşılaşma tecrübesinin kaçınılmaz sonuçlarını yaşadığı on dokuzuncu yüzyıla kadar etkisini devam ettirmiştir. On dördüncü yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla uzanan ve Davud el- Kayserî, Molla Fenarî, Kemal Paşazade, Hocazâde, Ali Kuşçu, Siyalkutî, Gelenbevî gibi tasavvuf, kelam ve felsefe alanında tahkik döneminin büyük veya saygın temsilcilerine tanıklık eden bu süreç, İslam’ın üçüncü yüzyılında ortaya çıkan yeni bilimsel aklın, farklı ekollerin imkânlarıyla sorgulandığı ve derinleştirildiği bir döneme tekabül eder. Bununla birlikte Milâdî dokuzuncu yüzyıldan on dokuzuncu yüzyıla uzanan zaman diliminde felsefe geleneğinin ortak bilimsel aklını temsil eden bir öğretiler bütünü de vardır. Bu öğretiler, İslam’da felsefe geleneği ve felsefe geleneğinden etkilendiği ölçüde dinî düşünce geleneklerini bir yandan kadîm bilim geleneklerine bağlar, diğer yandan da muhtelif tarih ve bölgelerde yetişen İslam filozoflarının kendi sınırlarını aşan özgün fikrî mesailerinin sonucudur. Oldukça kısa tutulan bu özetten sonra filozofların bilimsel aklını tahlile başlayabiliriz.