Fırtınaya yakalanan ‘taklidi dindarlık'- 2

Önce iman. Çocuklara verilecek ilk şey, sıfır yaşından itibaren önce imandır.
Önce iman. Çocuklara verilecek ilk şey, sıfır yaşından itibaren önce imandır.

Mert ve akranlarının haklı varoluşsal sorunlarını ve sorularını, onlara Fatiha ve diğer duaları ezberletmekle, namazın nasıl kılınacacağını, haccın, zekâtın ve orucun farzlarını öğretmekle cevaplayamayacağımız aşikârdır.

Evrendeki olayların pozitivist, materyalist bilime dayalı açıklanma biçiminin tüm eğitim sistemine hâkim oluşu, yirminci yüzyılın alâmet-i fârikasıdır. Karşıma çıkan en yakın misal: "İguanalar gıdanın az olduğu zamanlarda vücutlarını küçültürmüş.

Yani, kemikleri küçülürmüş ve gıda bollanınca da yeni kemik yapıyorlarmış. Muazzam bir özellik. İnsanlarda yağ hücrelerini küçültüp büyütüyor. Bir süre gıda az diye doğa ölmeye izin vermiyor. Ölmeye sebep olan aşırı toksik gıda yemek. Doğa işte buna bir çare bulamıyor." Instagram'da bir hekimin iletisinde geçiyor bu ifadeler. Hekimimiz az yemenin öneminin altını çiziyor ve her varlığın az yemeye programlandığını, gıda bulamadıklarında canlıların hemen ölmediklerini, uyum mekanizmalarının devreye girdiğini, insanda da yağ hücreleri küçülüp büyüdüğünü ve bunun muazzam bir özellik olduğunu vurguluyor. Buraya kadar her şey güzel görünüyor. Bu iletide yazılanlar bir yandan da bir ideolojiyi de barındırıyor.

Bunu okuyan binlerce insan farkında olarak ya da olmayarak evrenin işleyişine dair bir açıklamayı/mesajı zihnine sokuyor. Bu mesaj, bu muazzam mekanizmayı planlayanın ve işletenin doğa olduğu: "Bir süre gıda az diye doğa ölmeye izin vermiyor." Belli bir süre gıda az diye ölmeye izin vermeyen sistemi bu güzel yaratılmış canlının içine yerleştirmeyi planlayan, organize eden ve içine yerleştiren özne kim? Doğa.

Bu taklidi iman topluma egemen olan umumi vicdan ve külli kalbe dayanarak ve nesilden nesile tevarüs eden İslam'ın ulvi perdesiyle muhafaza edilen "hissiyat-ı mütevarise"den (nesilden nesile aktarılan, toplumun ruhuna sirayet eden İslam'ın ve imanın esasları da diyebiliriz buna) destek alarak varlığını korur.
Bu taklidi iman topluma egemen olan umumi vicdan ve külli kalbe dayanarak ve nesilden nesile tevarüs eden İslam'ın ulvi perdesiyle muhafaza edilen "hissiyat-ı mütevarise"den (nesilden nesile aktarılan, toplumun ruhuna sirayet eden İslam'ın ve imanın esasları da diyebiliriz buna) destek alarak varlığını korur.

İlkokuldan başlayarak Mert'in zihni bu anlayışın tıpkısıyla bombardımana maruz kalmıştır. Aynı olayları, aynı teknik açıklamayı koruyarak kimse şöyle anlatmamıştır Mert'e: "İguanalar gıdanın az olduğu zamanlarda vücutları emr-i İlahi ile küçülür. Yani, kemikleri küçültülür ve gıda bollanınca da yeni kemik yapılır Mutlak Kudret'in emriyle. Muazzam bir özellik. Bu igunalara Yaratıcılarının merhametinin tecellisidir. Yaratıcı, aynı mekanizmayı insanlarda yağ hücrelerini küçültüp büyüterek yerleştirmiştir.

Toplumu iyiliğe, adalete ve Yaratıcı'ya sevk eden külli kalbinin ve umumi vicdanın, habis ruh tarafından sistematik bir taarruzla bozulması vahim neticeler vermiştir. Toplumun çoğu avamdır ve avamın imanı taklidi bir imandır.


Bir süre gıda az diye Rabb-i Rahim, Rezzak isminin gereği ölmeye izin vermemektedir. Ölmeye sebep olan, aşırı toksik gıda yemektir." Mert ve akranlarının içinde yaşadıkları yirminci yüzyılı Said Nursî "dehşetli bir asır" olarak niteler. Bu dehşetli asrın alamet-i farikaları vardır. Eski asırlardan en büyük farkı ve en önemli alâmeti şudur: "Onların zamanlarında imanın esasatına ve köklerine hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu." Şimdiki asırda ise "köklerine ve erkânına şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var." Taarruza maruz kalan sadece İslamiyet ve Müslümanlar değildir. Direkt olarak imanın altı erkanına bilhassa tevhid anlayışına bir saldırı vardır. Üstelik bu saldırı sistematik bir saldırıdır: "Bu zamanda cemaat şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı mânevî-i dalâlet..." "Cemiyet ve komitecilik mayasıyla bir şahs-ı mânevî ve bir ruh-u habîs" hâline gelmiş dalalet ehli "Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi" bozmuştur.

Toplumu iyiliğe, adalete ve Yaratıcı'ya sevk eden külli kalbinin ve umumi vicdanın, habis ruh tarafından sistematik bir taarruzla bozulması vahim neticeler vermiştir. Toplumun çoğu avamdır ve avamın imanı taklidi bir imandır. Gelenek ve görenekle kaimdir. "Biz Müslüman'ız, Müslüman bir aileden geldik, böyle gördük böyle inandık" çerçevesinde gelişen, sorgulanmadan, delil ve burhanla beslenerek tahkim edilmeyen bir imandır. Bu taklidi iman topluma egemen olan umumi vicdan ve külli kalbe dayanarak ve nesilden nesile tevarüs eden İslam'ın ulvi perdesiyle muhafaza edilen "hissiyat-ı mütevarise"den (nesilden nesile aktarılan, toplumun ruhuna sirayet eden İslam'ın ve imanın esasları da diyebiliriz buna) destek alarak varlığını korur. Lakin bu dehşetli asırdaki dinsizlik cereyanları avamın taklidi imanını himaye eden "İslâmî perde-i ulviyeyi" yırtmıştır ve "hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an'aneyle gelen hissiyat-ı mütevâriseyi" tarumar etmiştir.

İmanla ilgili soruların cevabı anne babayı, aileyi, bir cemaatin inancını, bir şeyhe bağlılığı taklit ederek, onlara güvenerek, itimat ederek çözülemiyor.

İmana en büyük tehdit bu asırda fen ve felsefeden gelmekte, inkarcılığın temel esasları bilim başlığı altında ilkokuldan başlayarak insanların zihinlerine tohum olarak ekilmektedir. Said Nursi bu tehlikeyi yarım yüzyıldan fazla bir süre önce söyle ifade etmiştir: "Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek az idi. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah'a iman umumî olduğundan Allah'ı tanıttırmakla ve cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi." Mert'in ve Mert gibi milyonlarca insanın yaşadığı bocalama çoğu kişilerce daha çevresel nedenlerle (dinin siyasete alet edilmesi, Müslümanların adil ve ahlâki olmayan davranışlarla iyi örnek olamamaları vs.) açıklansa da bu açıklamaların yetersiz olduğu aşikâr. Daha temel nedenleri ikiye indirgeyebiliriz.

  • Birinci temel neden bu asrın dehşetli bir asır olduğu, dinsizliğin direkt materyalist ve pozitivist fen ve felsefeden gelmesi ve imanın erkânına, temellerine topyekûn sistematik bir saldırıda bulunmasıdır.

İkinci temel neden müminlerin çoğunun tahkiki imana sahip olamayıp taklitte kalması, eskiden bir şekilde taklidi imanı koruyan, himaye eden "İslâmî perde-i ulviye"nin yırtılmış olması ve "hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an'aneyle gelen hissiyat-ı mütevârise"nin tarumar olması ile taklidi imanın bu dehşetli saldırıya savunmada başarısız kalmasıdır. Dindarların bu konuda çuvallamalarının sebebi tam da bu iki noktayı anlayamamış olmalarıdır. Bu çuvallamanın kaynağının İslami terbiye vermekle imanî terbiye vermek arasındaki farkı idrak edememekte yattığı kanaatindeyim. İslam'ın temel şartlarını, namaz kılmayı, orucun farzlarını, siyeri, peygamberler tarihini bilmek, Arapça eğitimi almak ve benzeri eğitimler (tipik bir imam hatip eğitimi diyelim buna) kişiye iman vermez. İmanlı olana İslam'ın ne olduğu ve nasıl yaşanacağına dair teknik bilgi verir.

Bu çuvallamanın kaynağının İslami terbiye vermekle imanî terbiye vermek arasındaki farkı idrak edememekte yattığı kanaatindeyim.
Bu çuvallamanın kaynağının İslami terbiye vermekle imanî terbiye vermek arasındaki farkı idrak edememekte yattığı kanaatindeyim.

İki lafından biri iman olan Said Nursi dışında da bu gerçeğin farkına neredeyse kimse varamamıştır. Tarikatlar, cemaatler ve dinîbir hamiyete sahip her türden mümin, dünyanın değiştiğini, artık taklide dayalı bir imanın korunmasının neredeyse mümkün olmadığını idrak edememişler, idrak etseler de taklidi imanı tahkiye çevirmenin yolunu bilememiş ve gösterememişlerdir. Bu, şuna benzer:

İslam'ın temel şartlarını, namaz kılmayı, orucun farzlarını, siyeri, peygamberler tarihini bilmek, Arapça eğitimi almak ve benzeri eğitimler kişiye iman vermez. İmanlı olana İslam'ın ne olduğu ve nasıl yaşanacağına dair teknik bilgi verir.


Deprem kuşağında olmayan bir ülkede binalar bu hususta donanımsız yapılmış sonra da ülke deprem kuşağına geçmiştir. Eski usul yapılan evler sekiz şiddetinde bir depreme dayanamamakta, yerle bir olmaktadır. Bu asırda insanların en temelde imanla sorunları var. İmanla ilgili soruların cevabı anne babayı, aileyi, bir cemaatin inancını, bir şeyhe bağlılığı taklit ederek, onlara güvenerek, itimat ederek çözülemiyor. "Taklidi kırılmış ve teslimi bozulmuş" bu asırda imanı tahkik yapmak bilhassa en mühim olan iman rüknü olan Allah'a imanı kuvvetlendirmek elzemdir.

Kuran'ın dört ana mesajının temelini teşkil eden tevhid, insana bir dünya görüşü, bir varlık görüşü sunar. "Senin varlık kaynağın kim, kimin eserisin, kimin sanatısın?" sorularının cevabını verir. Kuran'la muhatap olduğumuzda bize ilk bu dersi verdiğini görürüz. İnsanın ve kâinatın varlık kaynağının Yaratıcı olduğunu bize bildirir ama bunu delilsiz ve burhansız yapmaz. Varlıklardan yola çıkarak (güneş, ay, bitkiler, zeytin, güneş ve ayın yörüngesi, deve vb.) Kuran bize Yaratıcı'mızı tanıtır, bildirir. Mert, taklidi iman üzerinden Yaratıcı'yı tanımış, varlığına inanmış sonra binlerce kere inkârcı bilimin açıklamalarına bilmeden, farkına varmadan muhatap olmuş, dayanamamış ve inancını sorgulamaya başlamıştır. Bu asrın tipik insanıdır Mert. Artık hakikat arayışı taklidi değil tahkike dayalıdır. Klasik bir modern çağ insanı olarak Mert, aklını, kalbini, ruhunu tatmin edecek kanıtlar, deliller ve kanıtlar peşindedir. Buna hakkı vardır.

Zaten Kur'an da sürekli insanları düşünmeye çağırmıyor mudur? Bize Yaratıcı'nın varlığını, ahiretin varlığını, bir haşir olacağını gözümüz önündeki somut gerçekleri kanıt göstererek öğretmiyor mudur Kuran? Mert ve akranları, "Allahı inkâr edenler, ebedi cehennemde yanacaklar" gibi Kuran'ın emrine akıllarını, ruhlarını, kalplerini ikna edecek bir kanıt, delil, açıklama, izah getirilmediği müddetçe itiraz edeceklerdir. Ya da Allah âyette söylüyor işte, bir ahiret var inan gitsin izahıyla tatmin olmayacaklar, haşirle ilgili âyetlerin hakikatini bilmek, anlamak isteyeceklerdir. Kur'an'ın üslubu da budur. Kur'an haşir var derken bunu delile, burhana dayandırarak söyler. Mesela "çürümüş kemikleri kim yaratacak?" sorusuna, "onları başlangıçta kim yarattıysa" diyerek bu âlemdeki yaratılışı delil olarak önümüze koyar. Mert ve akranlarının haklı varoluşsal sorunlarını ve sorularını, onlara Fatiha ve diğer duaları ezberletmekle, namazın nasıl kılın-acağını, haccın, zekâtın ve orucun farzlarını öğretmekle ya da onları bir bir şeyhe intisap ettirmekle (tarikata karşı değilim) cevaplayamayacağımız aşikârdır.

Çocuklara bunları öğretmek önemsizdir, diye saçmalamıyorum elbette. Ama önce iman. Çocuklara verilecek ilk şey, sıfır yaşından itibaren önce imandır. Neden, niçin ve nasıl? Devam edeceğim.