Futbol, roman ve eurovizyon

Karadağ yenilgisi bir büyük zaafımızı ortaya koydu. Fizik açıdan kuvvetli bir güce karşı kaygan zeminde ve olumsuz koşullarda neredeyse aynı golü aynı futbolcu tarafından üç kere yiyerek yeniliyorduk. Bu noktanın siyaset ve akıl ve ruh açısından dikkate değer olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’nin ruhunun; şiirde saklı ya da açık olduğu söylenebilir. Türkiye’nin gerçekliği ve aklı içinse; roman ve öyküye bakmak neredeyse zorunludur. Ruh nasıl nefes alıp vermek için zorunlu ise akıl da ayakta kalmayı sağlayan iskelete güç veren tuz gibidir. “Tuz ekmek hakkı” sözü içi dolu bir sözdür. Başlangıç cümlelerini hızla geçerek hemen 2000’li yılların başına dönelim. Bu yıllarda önce Galatasaray UEFA şampiyonu oluyor, ardından 2003 yılında Eurovizyon’da (sizin için) “Everyway That I Can” yani her şeyi -edebimden her yolu demedim- yapabilirim sözleriyle birinci olunuyor. Hemen ardından 2006’da Orhan Pamuk, Nobel’e layık görülüyor. Ben tesadüfe inanmam. Bu süreçte Türkiye, tarihinin en kötü ekonomik ve siyasal atmosferi içinde bulunuyor.
“Türk gibi başla İngiliz gibi bitir.” sözü ilginçtir. İyi başlamamıza rağmen, -örneğin- futbolda son yirmi dakikamız felakettir. Son dakikalarda yediğimiz goller sayısızdır. Neyse ki yurtdışında yetişen kendimizin kendimizden devşirdiği futbolcular aracılığı ile bu sorunu aşıp tekniği yüksek bir noktaya gelebildik. Ancak Karadağ yenilgisi bir büyük zaafımızı ortaya koydu. Fizik açıdan kuvvetli bir güce karşı kaygan zeminde ve olumsuz koşullarda -sürekli bir yağmur vardı maç esnasında- neredeyse aynı golü aynı futbolcu tarafından üç kere yiyerek yeniliyorduk. Bu noktanın siyaset ve akıl ve ruh açısından dikkate değer olduğunu düşünüyorum.
Kemal Tahir, DevletAna romanında 1290’lı yıllarda bir Türkiye panoraması çiziyor ve bu ülke aklının kıvrımlarına esaslı bir açılım sağlıyordu. Buradan; 10 gün içinde Yarhisar, Karacahisar ve İnegöl’ün fethi ile 10 günde alınan Karabağ ve 10 günde gerçekleşen Şam, Halep, Hama Humus’la süren Suriye serüvenini anlayabilirsiniz. Romandaki kişilikler ve yansımalarını kurgulamanız zor olmayacaktır. Aynı ya da benzer coğrafyada 700 yıl sonra geçen Silvan Alpoğuz’un Kimse Kalmadığında Bunu Hatırla romanı da bu akla dair müthiş ipuçlarını içinde taşıyor. 1920-1990 yılları arasında Sarıköy, Beylikahır ve -sanki- Mihalıççık’ın elmalıklarında geçen serüven; 1290 ile 1990 arasında olduğu gibi aynı kalanlar ile farklılaşarak aynı kalanların bakiyesini, soru sormanın önemini, onuru elde etmeyi, hakkın müdafaasını ve emanetin nasıl korunduğunu işaretliyor. Hakkı Bey’in tarih okuyan oğlu ile Kerimcan, Balabancık ile Emre, Dasdalos Derviş ve Dündar Bey ile eskiden kumarcı sonra tarikatçı olan oğul, -“Varis kimlere karşılık gelir?” Hiç sormayın, aman diyeyim.- Bacıbey ile Esme arasında karşılaştırmalar yapıp Türkiye’nin gerçekliğine ilişkin akıl yürütmelere ulaşabilirsiniz. “Türk futbolu neyse Türk romanı da odur.” demeye getirmişti Fethi Naci. Müzik de aklınızda bulunsun. Müziğinizi kaybetmeyin. Şimdi üst üste dört yolculuğum var. Agota Kristof’un final cümlesi ile: “Tren iyi fikir.”
Bir ara anlatırım…