'Gar'ılmış hayatlar

Eline şiirler geçiyordu, onları da neresinden başlayıp da nasıl tutacağını bilemeden engin çöllerde kumlara savuruyordu.
Eline şiirler geçiyordu, onları da neresinden başlayıp da nasıl tutacağını bilemeden engin çöllerde kumlara savuruyordu.

Hayat beklemiyordu. Hayat kaçmıyordu. Hayat duruyordu belki yerinde. Fakat geçiyordu insanlar. Gardan geçiyordu. Gara geliyordu. Gardan gidiyordu. Elindeki dergileri zapt edemiyor ve savruluyordu belki genç delikanlılar ve belki bastonu eline ağır geliyordu da yüreğinden güç alarak trene yürüyordu ihtiyarlar.

Dosyaları hazırladı Ferit. Tekrar kontrol etti. Fiyat teklifleri, ürün açıklamaları, şartlar, imza, kaşe, tarihler… Hepsi tamdı. Ankara’ya gidecek ve bu büyük işin bitiminde hak edeceği prim ile ya bir hayır kurumuna yardım edecek ya da çoktandır bitmeyen mahalle camiinin kalan kısmını tamamlamak üzere destek olacaktı. Çıkmıştı şehirden, düşmüştü yola. Heybesinde çörek taşıyan çocuklara özense de, lafta… Valizler dolusu yüklerle hayatın patikasında bir ölüm düşüne koşuyordu işte. Eline şiirler geçiyor, onları da neresinden başlayıp da nasıl tutacağını bilemeden engin çöllerde kumlara savuruyordu. Bir sabah yolu Ankara’ya düştü şu iş için… Yeni tren garı afili ışıl ışıl konuklarını ağırlayıp uğurlarken…

  • Ferit eski gar binasına geçti. Vakti dardı, biliyordu. Ama gidip çöktü orada bir banka. Duvarları izliyordu. Gişelere bakıyordu. Ahşap pencereleri tekrar ve tekrar gözden geçirdi. Sonra gözünü yere çevirdi. Mermer. Eski mermer. Allah’ım çıldırtır insanı. Kim bilir kimler koştu oradan. Kimler nereye yetişti.

Kimlere hangi ölüm haberleri verilmedi de “hasta, ağırlaştı” denilip trene bindirildi. Daha birkaç gün öncesi hemen şuracıktaki Gençlik Parkı’nda semaverle çay keyfi yaparken, bugün nasıl da soluk soluğa, şehir dışından gelecek eş dost akrabanın yetişmesi için ikindi namazı sonrasına bırakılan cenazelere yetişildi. Hayat beklemiyordu. Hayat kaçmıyordu. Hayat duruyordu belki yerinde. Fakat geçiyordu insanlar.

Garın kapısında her hâllerinden baba - oğul oldukları belli iki kişi bekliyordu. Adam çocuğa söyleniyordu. Çocuk başını eğip dinliyordu
Garın kapısında her hâllerinden baba - oğul oldukları belli iki kişi bekliyordu. Adam çocuğa söyleniyordu. Çocuk başını eğip dinliyordu

Gardan geçiyordu. Gara geliyordu. Gardan gidiyordu. Elindeki dergileri zapt edemiyor ve savruluyordu belki genç delikanlılar ve belki bastonu eline ağır geliyordu da yüreğinden güç alarak trene yürüyordu ihtiyarlar. Türkçe bilmediği için mescidi ellerini iki yana kaldırıp “Allahuekber” diyerek soruyordu orada Hakkarili bir nine ve Keçiörenli temizlik görevlisi elindeki paspası duvara dayayıp Hakkarili nineyi mescide götürüyordu… Gençliğini Gazi Eğitim’in gergin yılları şerefine öğrenci yurtlarındaki ranzaların direklerine kazıyan babaların yarım kalmış hayatlarının meyvesi çocukları, şimdi Karanfil’de en sevdikleri yazarlara kitaplar imzalatıyor, o kitaplarda babalarının hikâyelerini arıyorlar ve Hamamönü’nde Tacettin Dergâhı’na gidip gözyaşı döküyorlardı…

Çıkmıştı şehirden, düşmüştü yola. Heybesinde çörek taşıyan çocuklara özense de, lafta… Valizler dolusu yüklerle hayatın patikasında bir ölüm düşüne koşuyordu işte.

***

Üniversiteden ilk mezun olduğu yıl geldi aklına sonra. Yani bundan neredeyse yirmi yıl öncesi. İş aramak için Ankara’ya gittiği, sınavdan sınava heyecanla koştuğu, askerliği yapınca dahi işsizliğe pek çare bulamadığından hayatın soğuk tenini ensesinde hissetmeye başladığı yıllar… Bir sabah uyanıp da cebinde dolmuş parası dahi yokken babasını ikindi namazı sonrası defnettiği… Boş boş ve rüyada gibi tabutu izlediği hani… O yıllar. Hatırladı. Garın kapısında her hâllerinden baba - oğul oldukları belli iki kişi bekliyordu. Adam çocuğa söyleniyordu. Çocuk başını eğip dinliyordu. İçeriye girdiler. Yanındaki banka çöktüler. Adam dönüp sordu: “Adana treni buradan gidiyor gurban, değil mi?”

Tren saatine henüz vardı. Çocuk ikinci hanımdandı. Onun da anası ölmüştü. Üçünü hanım da ilk ve ikinci hanımdan olan çocukları istemiyordu. Eve de sokmuyordu bazen çocukları. Bazen yemek vermediği de oluyordu. Çocuklar, bir görseniz, perişandı. Sanayide çalıştılar. Depolarda hamallık yaptılar. Mersin Limanı’nda iş baktılar. Köpeğin yanında geçirdikleri geceler de vardı, komşunun pikabının bagajında da… Velhasıl Ankara’ya düşmüştü en son yol. Kader kilidinin anahtarını bir de burada zorlayacaklardı. Şu sınavı hakkedip de devlete kapak atsalar çok iyi olacaktı. Muazzam resim yapıyordu Adanalı Ali.

Kurşun kalemle yaptığı resimlerden gösterdi. “Bak abi, bunları kendim yaptım! Ben aslında ressam olmak istiyorum da… Gördün işte, ailenin durumu ortada. Önce bir hayatı düzene sokmak lazım!” Baba dertliydi. Şu oğlan bir kurtarsaydı kendisini. Bir yol alsaydı.

Kolay değildi, hanım eline bakıyordu. Yüzüne gülmek lazımdı. Kapının yanında imtihanla ilgili tartışıyorlardı. Zordu be… Üçüncü hanım, çocuklar, hayat… Ferit, imtihana ve Ali’nin girmek istediği kuruma ilişkin dili döndüğünce bilgi verdi baba ile oğluna. Hoş, kendisi de iş arıyordu ya… Trenin yerini tarif etti. Ali’nin yaptığı resimlerle ilgili dinledi, sohbet etti. Sevindi Ali. Ferit’in gitme vakti geldi. Sanki yıllardır tanıyor gibi ayrılırken içi burkuldu. Kalktı, topladı çantasını. “Allahaısmarladık. Haydi Allah yardımcın olsun Ali!” dedi. “Abi Allah senin de işini rast getirsin, yolun bahtın açık olsun, iş bulur ve en güzel yerlerde olursun inşallah” dedi Ali. Anadolu’ydular işte. Ana doluydular… Her birinin yüreği esasen gözlerinde atıyordu. Gözleri her birinin, hani yüreklerinden kanıyordu, yüreklerinden kaynıyordu. Vedalaştılar. Ne yaptı ne etti bilmiyordu ne Ferit Ali’nin ne de Ali Ferit’in.

***

Adam dönüp sordu: “Adana treni buradan gidiyor gurban, değil mi?”
Adam dönüp sordu: “Adana treni buradan gidiyor gurban, değil mi?”

Ferit toparlandı. Artık kalksa ve şu iş toplantısına hareket etse iyi olacaktı. Büyük işte velhasıl. Düşlediği hayır vardı, vakıf vardı, cami inşaatı vardı hem. Kalktı, garın önünden bir ticari taksiye bindi. Taksici dertliydi. Eskiden burada taksi bulunmazdı. Bu garın işi azalınca onlara da yansımıştı tabii. Ferit sadece dinledi. Yorum yapmadı. “Hayırlısı abi” dedi. İneceği yere geldi. İndi. Toplantı tahmin ettiğinden daha verimli ve kolay geçti. İşi almışlardı. Hemen patronunu aradı. Haberi alan patron insan kaynaklarını beklemeden o anda telefonda verdi haberi: “Biliyorsun genel müdürümüz Zeki Bey önümüzdeki ay ayrılacak. Senin genel müdür olarak atamanı yapalım! Aferin oğlum, tebrik ederim, hayırlı olsun!”

***

Ferit, şirketin genel müdürlüğüne atandıktan sonra odasına yerleşti. Duvarlara baktı. Bir tablo olsaydı. Şöyle İstanbul… Eski İstanbul. Haydarpaşa Limanı olabilirdi. Salacak da fena olmazdı mesela… Ya da Haliç manzarası. Fırsat buldukça gittiği şehrin tarihi semtinde orijinal yapım tablolar satan bir yer vardı. Oraya bir baksa iyi olurdu. İlk fırsatta gitti. Tablolara bakıyordu. Bir tanesini pek beğendi. Eski bir Haydarpaşa portresiydi. Bunu satın aldı. Aynı ressam imzalı birkaç tablo daha vardı. Bir tanesi onu epey sarstı. Bulanık temalı bir resimdi. Resimde, cılız bir ışık yanan evin bahçesindeki kulübede bir çocuk köpeğe sarılmış ve köpekle birlikte uyuyorlardı. Satıcıya sordu Ferit Bey. Bu ressam kim? Satıcı yanıtladı:

  • “Ali Turna, Adanalı. Geçen yıl vefat etti. Çok sevdiğimiz bir kardeşimizdi. Çok üzdü bizi. Bursa’da yaşıyordu. Çok rüzgârlı bir gün soba tütmüş, zehirlenmiş. Allah rahmet eylesin… Evinden bu tablolar çıkmış. Yaşlı babası da satın demiş eşine dostuna. Ali’nin tablolarından kazandıklarımızı kimsesizler yurduna bağışlıyoruz.” Genel Müdür Ferit Çöloğlu.

Tablonun parasını ödedi ve çıktı. Hafif yağmur vardı. Aracı istemedi. “Gidebilirsin” dedi şoföre. Tabloyu arabaya bırakıp sabah kendisini almaya geldiğinde alacağını söyledi. Yürüdü Ferit Bey. Yürüdü. “Allah razı olsun Ali! Emeğin yağlı olsun kardeşim, mekânın cennet olsun” diye geçirdi içinden… Neyse ki yağmur yağıyordu da koskoca genel müdür Ferit Bey kimselere çaktırmadı. Bir türkü düştü diline: “Kalpten kalbe bir yol vardır bilinmez, gönülden gönüle yar oy yol gizli…”