Gibilemek

Arşiv
Arşiv

Gibi’yi seven iki insan herhangi bir konuda birbirini anlayabilir. İttifak edebilir demiyorum ama anlayabilir. Cem Yılmaz’ın komedisini seven insanlar içinse bunu söyleyemeyiz sanırım.

Gibi. Bir dizi ismi olarak hemen dikkatimizi çekti. İnternet üzerinde, diziden gördüğümüz çeşitli kesitler, dizinin isminin neden “Gibi” olduğuna dair iyi örnekler içeriyordu. Bir izleyici olarak Gibi’yi benim için yeni ve özel kılan neydi diye düşünüyorum. Hem her şeyle ilintili olan hem de ilintili olurken, kendini durumun içerisinde derinleştirerek, ondan sıyıran bir tarafı var Gibi’nin. Bu derinleşme de onu aslında şiirsel olanla değil bizzat şiirle çok kuvvetli bir temasa sokuyor:

“Bizler sorunlarımızdan kahvaltı yaparak kaçan insanlar da değiliz.” (Gibi) “peynirli poğaçalardaki peynirin yetersizliği hakkında” (Osman Konuk – Herkese Benden) “eski gömlek cebinde bulunmuş onluk sevinci eski gömlek cebinde bulunmuş onluk gibi işe yaramaz” (Osman Konuk, Wernicke – Korsakoff Sendromu) “Sadece 10 liramın olması, 0 liramın olmasından daha çok canımı yakıyor, anladın mı? Beni bu 10 liradan kurtar ya kurbanın olayım.” (Gibi)

Yukarıdaki replikleri, postmodern romanda hatta iyi kurulmuş bir sentaks yapısıyla bir şiirde bile görebiliriz. Bu yüzden Gibi’nin senaryo metni dizi veya film haline geldiğinde, metin dışı unsurlarla mizahın bir şubesi oluyorken, saf bir metin halinde de edebiyata rahat bir şekilde dahil olabilir. Gibi’yi seven ve sevmeyen tanıdıklarıma baktığımda şöyle ilginç bir durumla karşılaştım; Gibi’yi sevmeyen kişiler genellikle üniversite okumayan, edebi metinlerle arası iyi olmayan kişiler. Sevenler de tam tersine Üniversite dönemi geçirmiş, iyi kötü bir okuma serüveni olan kişiler. Bu bahsettiğim durum, kaliteli veya kalitesiz izleyici sınıflandırması değil elbette. Veyahut kültür/ kültürsüz ayrımı filan hiç değil. Ama sadece şu fark var, Gibi biraz daha “Üniversite toplumu”nun diline intibak eden bir dizi. Makaleyle karşılaşmış, üniversitenin metin veya metin dışı diliyle hemhal olmuş, sonra da ailesine, taşrasına dönmüş o kitlenin, geleneğe karşı hafif yabancılaşması sonucu ortaya çıkan trajikliği deneyimlemişlerin dizisi.

Gibi, her zaman ötelenmiş, büyük ideallerin altında örselenmiş yeni insanlık durumlarını, abartmadan ama onları hayatımızın mecburi akışındaki engellenemezliğini de gösteren bir yapım. Yüce ve soylu olarak gösterilen ne varsa, onun tam tersini işleme kolaycılığına kaçmıyor. Fakat gündelik hayatın içerisinde yüce ve soylu öğeler olmasa da halletmemiz gereken meseleleri önümüze getiriyor. Anti yüce değil ama Yüce’yi tatile çıkarıyor. Burada da Aristotales’in Poetika kitabından şu bölümü hatırlayabiliriz:” Çünkü, gülünçolan’ın özü, soylu olmayışa ve kusur’a dayanır. Fakat bu kusur, hiçbir acılı, hiçbir zararlı etkide bulunmaz.”

Gibi, mizahi anlamda bir kuşağın gelişini değil, yerleştiğini gösteren de bir dizi oldu. Herkes Gibi üzerinden anlaştı. Şiveye, ağızlara, küfre filan yaslanmayan bu mizah şekli, yeni olmasına karşın, çok ötelerden gelen yepyeni bir şey gibi filan görülmedi. Farklıydı ama yeni değildi. Zaten toplum içerisinde, sosyal medyayla birlikte var olan bir mizahi üslup, Gibi sayesinde resmileşti ve hatta kurumsallaştı. İlan edildi yani. Bu ilanı anlayan, seven insanlar açısında Gibi yer yer turnusol kağıdı vazifesi de görüyor. “Gibi’yi beğendim” cümlesi bize bir hayat tarzını değil de bir zihnin yer bildirimini vermesi bağlamında önemli. Gibi’yi seven iki insan herhangi bir konuda birbirini anlayabilir. İttifak edebilir demiyorum ama anlayabilir. Bir platform gibi. Cem Yılmaz’ın komedisini seven insanlar içinse bunu söyleyemeyiz sanırım. Bu açıdan Gibi’nin mesela ikinci sezonu çok fazla güldürü öğesi içermese de, bir zihni ve düşünüş biçimini işaret etmesiyle kendini izlettirmeyi başardı. Gibi’yi gülmek için değil de, birbirini anlayan, güncel hayatımız hakkında yüksek farkındalığa sahip olan bir izleyici grubunun içerisinde bulunma duygusundan dolayı izledik. Yani Gibi, bizim farkındalığımızı onayladı. Ve biz de o farkındalık grubunun içerisinde bulunmaktan hoşnut olduk. Hatta birbirimizle tanıştık. Eric Smadja’nın Bergson üzerinden söylediği şu cümleler de bunu destekleyici nitelikte: “Gülmenin rolü, katılığı yumuşaklık olarak düzeltmek, herkesi herkese yeniden uyumlu duruma getirmek, nihayet sivrilikleri gidermektir.”

Gibi buluşçu bir komedi değil, keşifçi bir komedi aslında. Kelime oyunları yok. Klasik güldürüyü işleten ağız, şive, kılık kıyafet vs yok. Ham değil ama hama yakın. Hatta bu haliyle, az evvel bahsettiğimiz mizahı destekleyen unsurları da bir bakıma “ucuzluğa” mahkûm ediyor. Cinsel esprilerden, küfürlerden arta kalan şeylerle yapıyor mizahını Gibi. Hareketten çok durağanlığa yakın. Absürtlük bağlamında, Leyla İle Mecnun’dan onu ayıran taraf da buluşçuluktan ziyade keşifçi olması. Ayağı yere basan, dünyada yaşadıklarımızı konu bağlamında hakkını vererek yeterince işlemediğimizi, tüketemediğimizi gösteren bir yapım. “Elin aktarıyla aramı neden iyi tutmak zorundayım” cümlesi de burada neşet ediyor. Sıçrayıcı değil aslında tam tersine klişeye yönelik özgün bir form. Başarılı bir klişe durum yöneticisi ve aktarıcısı.