Gülcemal

Aşağıyı, Haliç’in balıkçıları ve gemilerinin hiç eksilmediği kıyılarını hızla gözden geçirdiler.
Aşağıyı, Haliç’in balıkçıları ve gemilerinin hiç eksilmediği kıyılarını hızla gözden geçirdiler.

Kapıyı çekip çıktıklarından beri ilk kez birbirlerinin gözlerine baktılar. “Biz bu işe kalkışabilir miyiz, hadi kalkıştık, başarabilir miyiz?” diye düşünmemişlerdi bile şimdiye dek. Kader onları önüne katmış ve buraya, bu rengini yıllar önce kaybetmiş suların çalkalandığı tarihi bölgeye kadar getirmişti işte. Şimdi bir gemiyle Anadolu’ya geçip, tıpkı büyükleri gibi mücadeleye katılmak için iliklerine kadar hazırdılar, bu da kaçılmaz kaderleri olarak dikilmişti şimdi karşılarına. Artık çocuk değil iki savaşçı namzediydiler, vatanın vazife beklediği iki yiğit.

-Hazır mısın?

-Bilmiyorum, sen?

-Bilmiyorum... Hadi gidelim.

Kapısını çekip artlarına bakmadan ayrıldıkları bu yer, üç ay önce semtin yarısını kül eden yangında ata yadigârı ahşap evleri yandıktan sonra konu komşunun yardımıyla yerleştirildikleri bir apartuman” katıydı, ev değildi. Ev değildi zira içinde anne, babaları yoktu.

Ortasında kendine yol yapmış bir ince suyun sürekli aktığı taşlık sokağı bitirinceye dek yere bakarak yürüdüler.
Ortasında kendine yol yapmış bir ince suyun sürekli aktığı taşlık sokağı bitirinceye dek yere bakarak yürüdüler.

Onlar asıl evlerinde, küllerin arasında kalmıştı. Anne babasız bir mekâna ev denmeyeceğini ciğerlerine kadar hissetmişti iki kardeş, gayrımüslim sahipleri tarafından (büyük bir basiretsizlik örneği olarak) işgalden bir sene önce korkuyla terk edilmiş bu binada kendileri gibi nice yangın mağduru evsiz fukara ile yaşadıkları üç ay boyunca… Henüz on beş yaşında ya var ya yok, elmanın iki yarısı kadar benzeyen ikiz kardeşlerden hafif eğik yürüyenin elinde renksiz bir bavul vardı. Saçlarını kasketinin altına sıkıştırmış olan diğeri ise sırtındaki bohçanın ağırlığına rağmen dimdik duruyordu.

Nihayet kulenin yakınlarındaki mezarlığı bitirip genişçe bir alana geldiklerinde ikizlerin hafif eğik yürüyeni diğerini dürterek aşağıyı gösterdi. Durup derin derin soluklandılar. Aşağıyı, Haliç’in balıkçıları ve gemilerinin hiç eksilmediği kıyılarını hızla gözden geçirdiler.

Ortasında kendine yol yapmış bir ince suyun sürekli aktığı taşlık sokağı bitirinceye dek yere bakarak yürüdüler. Gelen geçen, tanıyan, aşina olan komşularından hiç kimse nereye gittiklerini sormaya cesaret edemiyor, peşlerinden bakıyordu öylece. Birkaç sokak sonra mahallenin dışına çıkmışlardı ki nihayet kafalarını yerden kaldırıp karşılara baktılar. En az iki saat daha yürümeleri gerekiyordu, yarım yamalak bildikleri birkaç duayı içlerinden okuyarak yola devam ettiler. Başkentin yüzlerce yıllık kaderinin iki ayrılmaz vukuatı deprem ve yangın belalarıydı. Hele de müşkülatların arttığı bu rezil yıllarda yangınlar adeta katlanarak çoğalmış, bir aman vermez düşman olmuştu biçare halka. Geçtikleri hemen hemen her sokakta, mahallede büyük yangın alanlarından atlamak zorunda kalıyorlardı.

Kapkara ise bürünmüş lanetli ucubeler gibi dikilen duvarlar, evin orta yerine göçüp kim bilir nice canları da öte dünyaya yollamış kömür gibi tavan kirişleri, insanın boğazında düğümler bırakan yarım yanmış eşyalar, öteberiler... Yağmacılardan nasibini almamış tek köşe başı kalmayan nice binalar, hanlar, hamamlar... Yine de bu yangınların iştahını beslemek için kuzu kuzu bekleyen şehrin geri kalanına umutla tutunarak yaşıyordu insanlar. Dizlerinde derman kesilmecesine dur durak bilmeden yürümüşlerdi gözlerine kestirdikleri güzergâhı. Planlı hareket etmeye alışkın insanlar olmadıkları için de çabuk tükenmişlerdi. Neyse ki tepeye varmalarına ve hâlâ orada duruyorsa eğer son umutlarına bakmaya fazla bir yol kalmamıştı. Nihayet kulenin yakınlarındaki mezarlığı bitirip genişçe bir alana geldiklerinde ikizlerin hafif eğik yürüyeni diğerini dürterek aşağıyı gösterdi. Durup derin derin soluklandılar. Aşağıyı, Haliç’in balıkçıları ve gemilerinin hiç eksilmediği kıyılarını hızla gözden geçirdiler.

  • -Yoruldun mu?
  • -Yok, sen?
  • -Yok… Yürüyelim.

Yokuş aşağı yürüdüler. Olabildiğince mezarlıktan ayrılmamaya çalışıyorlardı zira onları bu yola uğurlayan aile büyüğü doktor amcaları özellikle tembihlemişti işgal devriyelerinden ve polislerden uzak durmalarını. Her ne kadar yaşları küçükse de direnişçilerin sürekli adam ve silah taşımak için bu mıntıkayı kullandığı herkesin malumuydu ama işte Allah’ın da inayetiyle birçok başarılı sefer düzenlenip nadiren gemi yakalatmalar oluyordu. Sahile yaklaştıkça ikisi de nasıl bir işe kalkıştıklarını daha iyi tartar oldular yüreklerinde, gözlerine bir başka hüzün ama savaşkan insanlara yakışan bir keskin bakış gelmişti sanki. Kazasız belasız burayı aşar ve kalabalığa karışıp kendilerine sıkı sıkıya anlatıldığı gibi rol yapabilirseler başarısız olma ihtimalleri kalmadan hedeflerine ulaşacaklardı.

Allah’ın da inayetiyle birçok başarılı sefer düzenlenip nadiren gemi yakalatmalar oluyordu.
Allah’ın da inayetiyle birçok başarılı sefer düzenlenip nadiren gemi yakalatmalar oluyordu.

Şimdi yüzlerce satıcının, dilencinin, aç sefil ama yorulmak bilmeden oyun peşinde koşan çocuğun, iki sene önce cepheye yolladığı fidanları sabırla bekleyen kadınların, “Bugün ölür de kurtulur muyum?” umuduna bastonundan daha sıkı sarılmış ihtiyarların, yük taşıyan kara yağız hamalların, gerçek adlarını öz analarının bile unuttuğu hafiyelerin, belinde çakı bile taşıyamasa da fiyakalı polis üniformalarıyla gezen kolluk kuvvetlerinin, tembel ama hınzır bakışlı düşman askerlerinin attığı cılız devriyelerin, bundan yirmi-otuz yıl sonra romanlara konu olacak tüm tuhaflıkların arasından iki silik gölge olup geçmişler ve kıyıya yakın demirlemiş heyula gibi bir geminin tam karşısında durmuşlardı.

  • Kapıyı çekip çıktıklarından beri ilk kez birbirlerinin gözlerine baktılar. “Biz bu işe kalkışabilir miyiz, hadi kalkıştık, başarabilir miyiz?” diye düşünmemişlerdi bile şimdiye dek. Kader onları önüne katmış ve buraya, bu rengini yıllar önce kaybetmiş suların çalkalandığı tarihi bölgeye kadar getirmişti işte.

Şimdi bir gemiyle Anadolu’ya geçip, tıpkı büyükleri gibi mücadeleye katılmak için iliklerine kadar hazırdılar, bu da kaçılmaz kaderleri olarak dikilmişti şimdi karşılarına.

Artık çocuk değil iki savaşçı namzediydiler, vatanın vazife beklediği iki yiğit. Dik durmasını ilerde kendisine lakap olarak alacağını bilmeyen kardeş sola doğru eğilip geminin arkasındaki yazıyı okumaya çalıştı; GÜLCEMAL! Ne güzel bir isimdi bu… Eğik ve düşünceli olan ikiz yine de son bir defa tüm köprüleri atabildik mi merakıyla ama titremeyen ve duraksamayan bir sesle sordu kardeşine;

-Korkuyor musun?

-Haşa, sen?

-Haşa… Hadi binelim!