Gülsüm'ün şarkısı

Bi’ sessizlik oldu. Sesini ayarladı. “Gelmeyeceğim ben,” dedi, “Beni nişanladılar Gülsüm.” dedi.
Bi’ sessizlik oldu. Sesini ayarladı. “Gelmeyeceğim ben,” dedi, “Beni nişanladılar Gülsüm.” dedi.

Sabaha kadar o anlattı ben dinledim, ben anlattım o dinledi. O bana hemşire Aynur’u anlattı, babasının Beypazarı’ndaki mandırasını anlattı, ne kadar çok çalıştığını anlattı. Ben de ona anamı, Hasan abimi, Çukur Mahalle’yi, yarım kalan ne hayalim varsa onu anlattım.

Birinci Şarkı: Yakarsa Dünyayı Garipleri Yakar

O incecik öksürükle başladı her şey. İlkin ayva yaprağı kaynattı annem. Bal ısıtıp karabiberle karıştırdı. Hatmi çiçeğinden çay demledi. Geçmedi.

Geçmeyince doktora gitti mecbur. Devlet hastanesinin doktorundan ne olur? İki şurup yazıp yolladı tabii. Haftasına öksürük geçmediği gibi karın ağrısı da baş gösterdi. Ülser belledik önce. Amandır, deyip hastaneye apardık. Biz hastane sırasında ülserciye kendimizi göstermek için beklerken bir tombulca doktor sıradan çekip aldı abimi. “Delikanlı, senin orayla işin yok. Sen bi’ gel benle.” dedi. Onkoloji doktoruymuş meğersem. Filmdi, tahlildi derken bu tombul doktor beni odasına çekip “Abinin vücudunda iki çeşit kanser var kızım. Lenfi öyle böyle hâllederiz de akciğerdeki tümör beş santime ulaşmış. O biraz yorar bizi. Siz yine de her şeye hazırlıklı olun…” dedi.

Radyoterapi, dediler sonra. Ne gerekiyorsa, dedik. Tümörü alacağız, dediler. Bir kere kestiler. Hepsi kurumamış, dediler. Bir kere daha kestiler. En son yayılmayı durduramadık, son günlerinde rahat etsin, eve götürün, dediler.

Nasıl olacaksın her şeye hazırlıklı? Bir evin hem babası hem abisi hem oğluydu Hasan abim. Adam diyor ki bu Hasan ölecek. Hazırlıklı olun. Nasıl olacaksın hazırlıklı? Ölüme hazırlanabilir mi insan? Dağ gibi dayandığın bir tane abin var. Dağ gibi dediysem işte anla. İyi kötü muhasebe bölümünü bitirdiydi lisede. Eli ekmek tutuyor, bizi muhannete muhtaç etmiyordu. Muhannete muhtaçlık belasına geldi ne geldiyse başımıza. Babanın şirketinin battığı seneydi işte. 94’ün sonu. Kemoterapiye başlandı. Cevap vermedi denildi. Abim günden güne eridi gitti elimde. 82 kilo yatırdık hastaneye, mezara 38 kiloyken indirdik.

İkinci Şarkı: Karanlık Çökünce Sokağınıza

Radyoterapi, dediler sonra. Ne gerekiyorsa, dedik. Tümörü alacağız, dediler. Bir kere kestiler. Hepsi kurumamış, dediler. Bir kere daha kestiler. En son yayılmayı durduramadık, son günlerinde rahat etsin, eve götürün, dediler. İnsan neyle rahat eder? Getirdik abimi eve. Anam içerde ağladı, ben Zühal ablanın getirdiği esrarı sardım başında. Sigaranın adını bilmeyen evimiz oldu sana esrar tekkesi. Anca unutuyordu acısını. Günde üç bazen dört… Dedim ya, Zühal abladan öğrendim ilkin sarmayı. Anam içerde Kur’an okuyordu. Zühal abla önce abime uzattı yakıp. “İyice çekecen içine, İzmir pafküfü işe yaramaz.” dedi.

Abim öksüre tıksıra çekti ilk nefesi. Sonra Zühal abla çekti ki zannedersin cıgara yarıya indi. Sonra da bana uzattı. “Tövbeler olsun içmem.” dedim. Hasan abim üçüncü nefesten sonra Müslüm dinlemek istedi. Kaseti buldum, kibrit çöpünü sıkıştırdım play tuşuna. “Dünya tersine dönse vazgeçmem, gökteki güneş sönse vazgeçmem.” diye söylemeye başladı Baba. Zühal abla uzattı yeniden cıgarayı. Zaten abim ölüyor. Çektim ben de. Sana bir şey diyeyim mi? Son on beş gün cıgaralık mıgaralık da fayda etmez oldu. Gündüzü öyle böyle çıkarıyordu ama “hastanın sabahı zor olur” derler bilirsin ya. Gece kesik kesik solumaya, inlemeye başlardı. “Al artık alacaksan canımı,” derdi. “Al artık alacaksan...” İki ay yaşadı son ameliyattan sonra.

Tümörü alacağız, dediler. Bir kere kestiler.
Tümörü alacağız, dediler. Bir kere kestiler.

Babanın elinde kalan son otobüsün son yolcusu abim oldu. Duydum ki ertesi gün satmış onu da. Abimin tabutunu uzattık bagaja boylu boyunca… Konu komşu, Garajlar’dan arkadaşları falan gittik Çorum’a. Köyün mezarlığına koyup akşamına geri döndük. Yağmur yağıyordu biliyon mu? Hem de öyle böyle değil. Kovayla boşaltıyorlar suyu üzerimize. Hıçkırıklarım yağmura yoldaş oldu da aktı abimin mezarına. Mezara ineyim istedim, ama bırakmadılar. “Kadın kısmı inmez mezara” dediler. Bi’ yol inseydim “Abi,” diyecektim, “sen kendini kurtardın da ya biz ne olacağız? Kaldık mı Ankara’nın ayazında bir başımıza.”

Üçüncü Şarkı: İsyan Eden Kalbimi Biraz Olsun Duy Yeter

Eve dönünce üç dört gün gelenler gidenler oldu, taziye maziye diyerek. Üç dört gün konu komşunun getirdiği yemekleri yedik. Üç dört gün de dolapta kalanı bitirdik. Sonra selamun aleyküm sefalet. Düştük ki ayağa kalkmanın imkânı yok. Öyle düştük. Siz zaten Çukur Mahalle’ye düşmüşsünüz. Buradan daha da düşülecek yer neresi, dersin değil mi sen şimdi? Yok. Öyle değil. Çukur’un da çukuru varmış da göstermemiş abim bize, saklamış bizden. Anamın elinden iyi kötü dantel mantel işi gelirdi ama gözler iyice gitti. Beni desen elimde işim yok gücüm yok. Usulüyle evde koca bekleyen mahalle kızıyım. Ortam biraz düzgün olsa yine de fabrika olur, gündelikçilik olur giderdim bir yerlere ama Çiller’i biliyorsun işte. Kendini de batırdı, memleketi de batırdı. Millet cayır cayır işçi çıkarıyor. Nerede buluyon işi? Anama “Beni bekleme bu gece, Zühal ablada kalacam.” dedim.

Anam pek sevmezdi Zühal’i ama ses etmedi. Vardım gittim. Telefon etti Zühal işe. “Gelmiyorum ben bu gece, hastayım.” dedi. O gece iki kadın birbirimize sarılıp hıçkıra hıçkıra ağladık. Allah biliyor ya, Hasan abimi sevdiğini biliyordum ama bunca âşık olduğundan o gece haberim oldu. Konuşmuşlar da hem. “Ben seni o hayattan çeker alırım,” demiş abim. “Azıcık daha sabır, anamla konuşacam.” demiş. “Önce Gülsüm’ü baş göz edelim de sıra bize gelsin.” demiş. “Ben abinden dört yaş büyüktüm ama hiç dert etmedi abin bunu. İşimi gücümü de, onun bir işaretiyle her şeyi bırakacağımı da biliyordu ama bırak demediydi daha. Bir planı vardı. O plan işlesin istedi. Ömrü vefa etmedi ama.” dedi o gece Zühal abla bana.

Son Şarkı: Nereden Sevdim O Zalimi

Bak yukarıda Allah var, Zühal abla çok karşı çıktı benim isteğime. Çok direndi. Ben ne kazanırsam paylaşırız, Hasan’ın emaneti sayılırsınız bana dedi ama olmazdı. El açmış gibi olurdu. “Bak bi’ uygun koca bulalım sana,” dedi. “Ananı da alırsın yanına.” dedi ama dinlemedim ben. Taş kafa kesildim de dinlemedim. “İlle” dedim, “Bana senin çalıştığın yerden bir iş.” Güya anamı Çukur Mahalle’den kurtaracağım. Yaşlılığında rahat ettirip abimin acısını unutturacağım. Görmez değilsin ya, gördün sen anamı. Bir avuç kadındı. Abimden sonra avuç içi kadar kaldı. Soldu ki ne solmak. Hani güz gelende kirazın çiçeği de öyle solmaz. Akılsızmışım. Daha doğrusu aklım başımdan gitmiş de bilememişim.

  • Üç söyledim dört söyledim kırk söyledim derken Zühal abla sonunda “Peki madem, bir gece götüreyim de bir gör.” dedi. Vay benim kolum bacağım kırılaydı da gitmeyeydim, diyeceğim; ama demek ki her hayırda bir şer her şerde bir hayır var dedikleri benim de başıma gelecekmiş öyle ya.

O gece oraya gitmesem bugün burada olmayacaktım belki de. Kader işte. Anama ben Zühal ablada kalacağım deyip çıktım. Az makyaj yaptı bana, kendi elbiselerinden bir tane verdi. Bir de topuklu ayakkabı. Saçımın topuzunu da çözdü. Hani aynaya baktığımda kendimi tanıyamadım. Taksiyle gittik Maltepe’ye. Güya adı “müzikhol” ama bildiğin pavyon işte... Strazburg Caddesi’ndeki PTT’ye yakın. Kapıda zeballa gibi Boksör İsmet var. İstediğini alıyor, istemediğini almıyor. İçeriye kıpkırmızı bir koridordan geçiyorsun. Otuz masa, bi’ sahne, bi’ mutfak, bi’ de arka oda. Olduğu olacağı bu…

Jet Hikmet’ti pavyonun sahibi. İyi bir adamdı. “Gencecik kızsın; bana sorarsan senlik değil bizim mekân, ama ille de çalışayım dersen bizim kızlar anlatır sana raconu. Bak sakın ola elin sarhoş itleriyle başka pazarlıklara girme. Gençliğine yazık etme.” dedi. Nasihat etti bana. Hatta sesin az güzel olsaydı Zühal’in altına yazardık seni, konsa hiç çıkmazdın bile dedi. Zühal ablayla bir masaya oturduk. Birazdan şef garson Anıl geldi. Zühal’in kulağına fısır fısır bir şey söyledi. Zühal bana dönüp “Şu arka masadaki delikanlı çağırtmış seni. Çalışmıyor, deyip yolladım Anıl’ı.” dedi. Dönüp baktım arka masaya. Ben yaşlarda yakışıklı bir delikanlı oturuyor. “Zühal abla bir denesem mi, nasılsa istemezsem çıkar gelir yanına” dedim. Zühal abla “Sen bilirsin.” deyince kalktım. Üç metre yürüyüp ulaştım masaya. Delikanlı ayağa kalktı. Bana yer gösterdi. “Hoş geldin, ben Yusuf”dedi.

Güya adı “müzikhol” ama bildiğin pavyon işte... Strazburg Caddesi’ndeki PTT’ye yakın.
Güya adı “müzikhol” ama bildiğin pavyon işte... Strazburg Caddesi’ndeki PTT’ye yakın.

Elimi uzatıp “Ben de Çağla, memnun oldum.” dedim. Deyiş o deyiş. Donattırdı masayı. Sabaha kadar o anlattı ben dinledim, ben anlattım o dinledi. O bana Hemşire Aynur’u anlattı, babasının Beypazarı’ndaki mandırasını anlattı, ne kadar çok çalıştığını anlattı. Ben de ona anamı, Hasan abimi, Çukur Mahalle’yi, yarım kalan ne hayalim varsa onu anlattım. Birlikte Zühal ablanın programını dinleyip her şarkıdan sonra ellerimiz patlayana kadar alkışladık. Sonradan anladık ki ikimiz de hayatımızda ilk defa bir pavyonun kapısından içeri girmişiz o gece. Sonraki gece de geldi Yusuf. Sonraki gece de. Sonraki gece de. Bu esmer, kavruk, Beypazarı’nın zengin yerinin zengin bebesi her gece geldi, bir şişe viski açtırıp masayı donattırdı. Bazen dört saat susarak, bazen altı saat aralıksız konuşarak, bazen fıkra anlatarak, bazen Zühal abladan istek yaparak aynı masada oturduk. İlginç bir düzenim olmuştu. Anama “Fabrikada gece işi buldum,” dedim.

“Parası iyi.” dedim. Akşam çökünce Zühal ablaya gidiyor, üzerimi değişiyor, taksiye atlayıp mekâna geçiyorduk. Ben gittiğimde Yusuf ya masada oturuyor oluyor ya da beş dakika geçmeden damlıyordu.

Zühal ablanın programı bitene kadar, öyle böyle beş altı saat oturuyorduk. Yukarıda Allah var, ne bir terbiyesizliği oldu, af buyur ne bir şey istedi. Para vereyim sana dedi, ama onu da ben kabul etmedim. Onun ödediği kalın hesaptan zaten dünya kadar para düşüyordu payıma. Sekiz ay boyunca perşembe geceleri hariç her gece geldi Yusuf. Perşembe kapalıydı bizim pavyon. “Zaten benim günahım bana yeter, bir de mübarek gece pavyon açamam.” derdi Jet Hikmet. İşte sonrası karanlık ama… Yusuf bana, ben Yusuf’a iyice alışmıştım. Aslında bilmiyordum Yusuf’a hissettiğim şeyin ne olduğunu.

Ama olacak iş değildi hani. Yusuf niye dönüp baksın pavyonda çalışan bir kıza öyle ya. Ama olmadık bir iş. Biriyle, hem de sevdiğin biriyle oturup sohbet ediyorsun, bir de üzerine paranı alıyorsun. Olmadık bir iş işte. Sonradan anladım ki ben Yusuf’u delinin kırmızıyı bellediği gibi bellemişim. Âşık olmuş, abayı yakmışım da haberim yok. Hatta sana diyeyim. Aynur’u falan deli gibi kıskanmışım. Kızın hiç suçu yok ama kızdım da ben ona biliyor musun? Sanki Yusuf’u üzdü gibi geldi. Hâlbuki üzülen Aynur olmuş, ama ben onu tanımıyorum ki. Yusuf’u tanıyorum ben. Geniş gülümsemeli esmer Yusuf’u. İyi de âşık olduğunu nerden anladın, diye soracak olursan şurdan anladım ki bir gece gelmedi Yusuf.

  • Hastadır, bir şeydir dedim. Merak da ettim. Ertesi gece de gelmedi. Sonraki gece de. Ben öyle meyus mahzun oturdum Zühal ablanın masasında. Gelir diye bekledim. Gelmedi.

İki hafta sonra bi’ ikindi vakti bilinmeyen numaralardan Beypazarı’ndaki mandıranın telefonunu aldım. Üçüncü çalışta bir çocuk açtı telefonu. “Yusuf’la görüşmek istiyorum.” dedim. Çocuk “Çağırayım abla,” deyip “Yusuf abi, Yusuf abi, seni soruyorlar.” diye bağırdı. Yusuf “Efendim” deyince afalladım önce. Ne diyeceğimi bilemedim.

“Nasılsın Yusuf?” dedim öylece. “İyiyim Çağla, yani Gülsüm.” dedi Yusuf. “İyiyim ben. Sen nasılsın?” “Nasıl olayım Yusuf. Ben de iyiyim” dedim. “Gelmedin de merak ettim.” Bi’ sessizlik oldu. Bi’ öksürdü bu. Sesini ayarladı. “Gelmeyeceğim ben,” dedi, “Beni nişanladılar Gülsüm.” dedi. “İki aya düğün var.” dedi. “Çok sevindim, Allah mesut etsin.” deyip kapattım telefonu.