Haiti: Köleler ülkesi

12 Ocak 2010'da merkez üssü Haiti'nin başkenti Port-au-Prince yakınlarında deprem felaketi yaşanmıştı.
12 Ocak 2010'da merkez üssü Haiti'nin başkenti Port-au-Prince yakınlarında deprem felaketi yaşanmıştı.

Ayak bastığımız bu toprak parçasında Afrikalılar yaşıyordu ama burası Afrika değildi. Afrikalı milyonlarca insanın Amerika’da işi neydi? Kalacağımız otele doğru yolculuk yaparken cevabını bildiğim bu soruları daha derin düşündüm ve o günleri hayal etmeye çalıştım. O günleri, yani bundan yüzyıllar öncesini.

Daha kötüsünü görmemiştim. Sokaklar insan cesetleriyle doluydu.


Yıkıntıların arasından çıkartılan bedenler sokak köşelerine yığılıyor veya çöp kutularına atılıyordu. Akşam olduğunda bu yığının üstünde bir araba lastiği yakılıp cesetler ateşe veriliyordu. Gökyüzünden üzerimize insan külleri yağıyordu. Ağır koku tüm şehri kaplamıştı.

Bir keresinde arabayla geçip giderken ceset yığınları arasında birinin hareket ettiğini gördüm. Gördüğüm şeyden emin olabilmek için aracı durdurup hızlıca çöp konteynerine gittim. Ceset ve çöp yığınları arasında bir kadın... Açlıktan çöpleri karıştırırken bayılmış.

Ortaya çıkan durum tahammül sınırlarını zorluyordu. Yaralıları tedavi etmesi için getirdiğimiz doktorların artık tedaviye ihtiyaçları vardı.

Çöplerin üzerine yığılıp kalmış. Yaşadığını fark etmeseydik bir kaç saat sonra ateşe verilmiş; diğer bedenlerle birlikte yanmış olacaktı. Bu çok insanın başına gelmişti. O kargaşada insanların yaşayıp yaşamadığını fark etmek zordu.


Afetin boyutları çok büyüktü. Bu yetmezmiş gibi salgın hastalıklar ortaya çıkmaya başladı.

Küçücük çocuklar kucağımızda ölüyordu.

Bir süre sonra yardım için gelen ekibin ruh sağlığı bozulmaya başladı.

Ortaya çıkan durum tahammül sınırlarını zorluyordu. Yaralıları tedavi etmesi için getirdiğimiz doktorların artık tedaviye ihtiyaçları vardı. İnsan yaptığı şeyin karşılığını görmek ister. Bir şeyleri düzeltmeye çalışıyorduk ama elimizden gelen yeterli olmuyordu. Bir yandan yardımları organize etmeye çalışıyor bir yandan doktor ekibini zinde tutmaya çalışıyordum.

İçme suyu bulmak neredeyse imkansız hale gelmişti. Elinize bir şekilde temiz su geçtiyse sokakta içemezdiniz. Çünkü elinizdeki suyu kapıp kaçırırlardı. Gökyüzünden haftalarca insan külleri yağdı. Kendimi cesede bulanmış gibi hissediyordum. Aslına bakılırsa tam olarak böyleydi.

Kalanın da gidenin de yok olduğu günler...
Kalanın da gidenin de yok olduğu günler...

***

Bunları bana Recep Güzel anlattı. Depremin ardından Haiti’ye ilk ulaşanlardan biriydi. 2010 yılında Haiti’de büyük bir deprem olmuş ve yüz binlerce kişi ölmüştü. Milyonlarca kişi aç ve susuz kalmıştı. Yüzyılın en büyük felaketlerinden biri yaşanmış, ülke büyük bir kaosa teslim olmuştu. Recep ağabey bana deprem günlerini ve yaşadıklarını anlatırken Haiti’ye gitmek için hazırlanmaktaydım. Yola çıkacağım tarihlerde depremin üzerinden 3 yıl geçmiş, yaralar kısmen sarılmıştı.

  • Yine de anlatılanlardan çok etkilenmiştim. Uçak İstanbul’dan kalkarken nasıl bir manzarayla karşılaşacağımı hayal ediyordum. Tedirgindim.

Uzun uçuşlar... On saati aşan uzun uçuşları severim. Çünkü kafamı toparlamak için yeterli zamanım vardır. Gitmeden önce işleri tamamlama telaşı, yolculuk hazırlıkları, bilgi derleme çabası, plan program detayları, çantayı hazırlama falan derken kafam iyice karışır. Uzun yolculuk bana kafamı toparlama ve güzel bir uyku imkanı verir. Gözlerini açarsın ve artık başka bir kıtadasın. Sen uyurken nice ülkeler geçilmiş, nice denizler aşılmıştır. O an ne yaptığını düşünürsün, nereye gittiğini. İşte tekrar yollardasın. Yol, hayatımın her yanındasın…

Haiti havalimanını hatırlıyorum. İki tecrübesiz arkadaş çantalarımızla bir köşede ürkekçe beklediğimizi... Bizi almaya gelecek arkadaşların geciktiğini ve onları beklerken zamanın ne kadar yavaş geçtiğini...

Kalabalığın ortasında ne yapacağını bilmeyen iki beyaz nasıl da dikkat çeker.

Çantalarımızı koruma ve etrafımıza toplanan insanlardan kurtulma çabamız ne kadar sürdü bilmiyorum. Sonra takkeli, sakallı siyahi gençler geldi ve havalimanı tarihinin en sıkı en dokunaklı kucaklaşmalarından birine şahit oldu. Nasıl da sevinmiştik…

Ayak bastığımız bu toprak parçasında Afrikalılar yaşıyordu ama burası Afrika değildi. Afrikalı milyonlarca insanın Amerika’da işi neydi? Kalacağımız otele doğru yolculuk yaparken cevabını bildiğim bu soruları daha derin düşündüm ve o günleri hayal etmeye çalıştım. O günleri, yani bundan yüzyıllar öncesini.

Bu topraklarda Amerikalı yerli kabileler yaşıyordu ve tek bir Afrikalı bile yoktu. Beyaz adam bu verimli toprakları keşfedip işgal edince yerliler zorla madenlerde çalıştırıldı. Çünkü beyaz adamın paraya ihtiyacı vardı. Herkesin uzağında huzurlu bir hayat süren ada insanları kendi topraklarında birden köle olmuşlardı. Günde 18 saat çalışıyor ve neye hizmet ettiklerini bilmiyorlardı.

Bu ağır tempoyu ne bedenleri kaldırdı ne akılları. Çalışmak istemeyenler öldürüldü. Çalışanları ise zor koşullar ve hastalık öldürdü.


  • Öyle ki yarım milyonluk yerli nüfus artık bitme noktasına gelmişti. 10 yıl içinde 500 bin kişiden sadece 60 bini hayatta kalabilmişti.

Herkes ölürse maden ocaklarında ve tarlalarda kim çalışacaktı? Beyaz adamın aklına başka bir fikir geldi. Afrika’dan Haiti’ye köle taşıyacaktı. İş gücünü artıracak ve devasa tarım arazileri oluşturacaktı. Afrikalılar gemilerle Haiti’ye taşınmaya başladı. Gemiler on binlerce insanı Afrika’nın kıyı ülkelerinden alıyor, günler süren uzun yolculuktan sonra Haiti’ye getiriyordu. Hayatta kalabilenler tarlalara sürülüyor ve gemiler hiç durmadan sefere çıkıyordu. Sadece 18. yüzyılda Haiti’ye 685 bin kişi taşınmıştı.

Beyaz adamın aklına başka bir fikir geldi. Afrika’dan Haiti’ye köle taşıyacaktı.
Beyaz adamın aklına başka bir fikir geldi. Afrika’dan Haiti’ye köle taşıyacaktı.

Toplamda bir milyona yakın Afrikalı yaşadığı topraklardan koparılıp tarlalarda çalışmaya zorlandı. Milyon hektarlık devasa şeker kamışı plantasyonları kuruldu. Ülke büyük bir çalışma kampına dönüştürüldü. 18. yüzyılın ortalarında plantasyonların sayısı 800’ü bulmuştu. O dönemde bölgeye hâkim olan Fransızlar bu tarlalardan büyük gelir elde ediyordu.

Birçok Fransızın kendine ait plantasyonları ve köleleri vardı. Kölelerin ürettiği değerin karşılığı olan para Fransa’ya akıyordu. O tarihlerde Fransa’da 25 milyon kişi geçimini bu kolonyal ticaretten sağlıyordu. Ulusal meclisin %15’i koloni ve köle sahibiydi. Köleler ağır koşullarda çalışıp ölürken Fransa’da edebiyat, sanat ve felsefe gelişiyordu. Köle olmayı reddeden insanları öldürenler sanatta yeni akımlar keşfediyordu. Ölmeyecek kadar az gıdayla tüm gün tarlada çalışan kölelerin ürettiği değer edebiyat ve felsefe yapmak için yeterli rahatlığı sağlıyordu. Çalışanlar ölürse yerine Afrika’dan yenileri getiriliyordu. Her şey yolunda gözüküyordu. (Batılıların sanatta ve felsefede ne kadar ileri olduğunu anlatan insanların suratındaki elmacık kemiğini yumruklayarak parçalama isteğimin temelleri yüzyıllar önce atılıyordu.)

250 binden fazla kişinin yaralandığı felakette neredeyse bir milyon Haitili evsiz kaldı.
250 binden fazla kişinin yaralandığı felakette neredeyse bir milyon Haitili evsiz kaldı.

Ancak bir gün siyah adam isyan etti. Bireysel olarak başlayan isyanlar büyümeye başladı. Fransızların buna tahammülü yoktu. İşi daha sıkı tuttular. Kaçaklar yakalandıkları yerde öldürülüyordu, sonuçlar çok kanlı oldu. Ama siyah adam pes etmedi. İsyana her gün birileri katılıyor, plantasyonlardan kaçabilenler gruplaşıyorlardı. Ama kaçsalar bile güvende değillerdi. Her gün baskınlarla öldürülüyorlardı. Artık saldırıya geçmeleri gerekiyordu. Ancak bu insanların tarlada kullandığı kesici aletlerden başka silahı yoktu. Bu yüzden beyaz adamdan kelle paça yapmaya karar verdiler.

Üç yüz yıldır biriken öfke patladı ve kanlı çatışmalar meydana geldi. Milyonlarca insanı öldüren Batılı beyaz adam bu kelle paça operasyonuna tepkiliydi.

Yapılanları barbarlık olarak niteledi. Oysa ortaya çıkan büyük bir devrimdi. İlk köle isyanı Haiti’de başlamış dünyanın farklı bölgelerine yayılmıştı. Haiti’nin Afrikalı köleleri artık özgürdü. Ancak bu insanlar ülkelerine geri dönemedi. Burada yeni bir hayat başladı ve yeni nesiller ortaya çıktı. Yani sokakta gördüğüm herkesin dedesi bir kaç yüzyıl önce köleydi. Yine de özgürlük çok şey değiştirmedi. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. Değerler ve nesiller kaybolmuş; aile kavramı yitirilmişti.


Araç bir otelin önünde durdu ve arabadan indik. On milyon nüfuslu köleler ülkesindeydim. Şaşkınlıkla etrafıma bakıyordum. Ve insanlar şaşkınlıkla bana bakıyordu. Bir ramazan günüydü. Burada bir hafta geçirecek ve ülke içinde uzun yolculuklar yapacaktık. Şimdi gidip biraz dinlenmeliydik. Yatağa uzanıp ertesi sabah başıma geleceklerden habersiz gözlerimi kapattım. Şiddetli bir yağmur başladı. Toprak kokusu ve yağmur şarkısıyla uykuya daldım.

Devam edecek inşallah.