Hayat musibetlerle nasıl saflaşıyor ve insan hangi anda bunu fark ediyor?

Hayat musibetlerle nasıl saflaşıyordu, nasıl kemal buluyor, kuvvet buluyor, terakki ediyor ve daha mükemmel hale geliyordu? Bir analojiye, bir temsile, bir misale ihtiyacım vardı.
Hiç unutmuyorum o anı. Aylak aylak yürüdükten sonra derenin kenarındaki büyükçe bir taşa oturmuş, uzun uzun dereyi seyretmiştim.
Zaman, mırıldayan bir dere gibi akıyordu. ‘‘Bir dinle beni,’’ der gibi akıyordu. Gümüşe çalan mavi bir yaz güneşi vurmuştu Nihat Gökyiğit Botanik Parkı’na. Uğruna sabah yataktan kalkıp yeni bir günün zahmetine değecek bir hissin eşliğinde gelmiştik buraya ailecek. Değmişti.
Dünyanın dertleri, tasaları insanları nereden tutturursa oradan yakalar. Beni yakalayan şey zihnimde uçuşan, bir dayanağı olmayan saçma sapan kaygı verici düşüncelerdi. Zihnim derenin hercümercini, halden hale geçişindeki devinimi tefekkür ede ede durulmuş, derenin sükuneti ile hemhal olmuştu.
Yakınlarda bir ağaca tünemiş kuşların cikciklemesi, derenin şapıltısıyla bir oluyor, “Bak, hayat ne düzenli, ne intizamlı, ne hikmetli, ne kadar rahmete mazhar, sonsuz kudretin tecellisine mazhar,’” diye sesleniyordu kendi dilleriyle. Ağaçların arasından kıvrılan yola kâh ağaçların gölgesi düşüyor kâh güneş vuruyordu. Her varlık konuşuyordu.
Billur derenin saydam sularını seyre dalalı yarım saati bulmuştu ki ayağımı dereye daldırmak için kuvvetli bir istek duydum. Suyun serinliği damarlarımdan tüm bedenime yayıldı. Ömrün ve anın akışının temsiliydi aynı zamanda dere. Her yer ses doluydu. Zihnimde kaygı yüklü düşüncelerin sesi, ağaçların, rüzgârın hışırtısı, acıların iniltisinin sesi.
Bir dere için taşın taşıdığı mana, anlam neyse musibetlerin hayatlarımız için taşıdığı mana, anlam da oydu.
Derin bir soluk aldım. Dünü silinen yarını belirsiz hayatın ellerinde bize yollanan hoşlanmadığımız olaylar, musibetler, hastalıklar, kayıplar, travmalarla dolu bir yaşamın varlığı, bu yaşamın muazzam, kocaman bir ırmak gibi çağıldaması hep kafamı karıştırmıştı. Bir terapist olarak meslek hayatım bu kafa karışıklığından sızlanmaları dinleyerek geçti, diye düşündüğüm de olurdu. Bunların manasını çözmede nispeten yol kastetmiştim ama Nursi’nin şu cümlelerin anlamını bir ucundan yakalıyor ama büsbütün vakıf olduğumu hissedemiyordum:
“Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffi eder, kemal bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.”
Hayat musibetlerle nasıl saflaşıyordu, nasıl kemal buluyor, kuvvet buluyor, terakki ediyor ve daha mükemmel hale geliyordu? Enteresan bir bahisti bu. Bir analojiye, bir temsile, bir misale ihtiyacım vardı.
Derenin kenarına itinayla yerleştirilmiş intibaı uyandıran taşlar öğle vaktinin dingin aynasında parıldayıverdi cevap bende der gibi. Derenin sularıyla, derenin tabanındaki irili ufaklı taşlar iki mahzun varlığın birbirinde varlık kazandığı fikrini uyandırdı zihnimde. ‘‘Beri gel, azıcık seninle konuşacağım var,’’ diye seslenir gibi oldu, dereyi mesken edinmiş taşlar.
Derenin berrak suyu taşların üzerinden kimi yerlerde kayıp gidiyor kimi yerlerde başını önlerine dikilen taşlara çarpıyor, köpürüyor, dalgalanıyor, yolunu değiştiriyor ve şekilden şekile giriyordu. ‘‘İşte,’’ dedim, ‘‘cevap burada’’. Suyun şekilden şekile girmesinde cevap. Taş deyip geçmemeli.
Dereyi dünyaya benzettim. Akıp giden hayatlarımızdı. Hayatlarımızın önüne taşlar gibi dikilen yaşam olayları, musibetler, hastalıklar, travmalar, ölümler, ayrılıklardı. Bir dere için taşın taşıdığı mana, anlam neyse musibetlerin hayatlarımız için taşıdığı mana, anlam da oydu.
Benim taşlardan ve dereden aldığım akıl, dostça bir kucaklaşma gibiydi.
Nursi’nin cümlesindeki hayat yerine dere, musibet ve hastalık kelimesinin yerine taş koyunca şöyle oldu ifadeler: Dere ve deredeki su taşlarla saflaşıyor, kemal buluyor, kuvvet buluyor, terakki ediyor ve tekemmül ediyor.
Dere yatağındaki taşların üç işlevi dikkatimi çekmişti. Birinci işlevi, suyun akışına engel teşkil ederek suyu saflaştırmak, çer çöpten temizlemekti. Su taşlara çarpıyor, köpürüyor, damlalara ayrılıyor, bu şekilde nefes alıyor, saflaşıyordu. Ayrıca suyun içindeki çer çöp taşların arasına sıkışıyor, taşlar çer çöp için filtre işlevi görüyordu.
Taşların akışa engel olarak ikinci işlevi suyun akış hızını yavaşlatarak, suya sükûnet ve denge sağlamaktı. Taşsız dereler, ırmaklar, nehirler karşılarında bir engel olmayacağı için çağıl çağıl akacak, hızını alamayacak, yavaşlaması gereken yerde yavaşlamayacak, kendini tutamayacak, önüne geleni savup savuracak, denizlere son hızla akıp düzeni bozacaktı.
Taşların üçüncü işlevi ise suyun akışına engel oluşturarak, suyu dalgalandırıyor, estetik bir görünüm kazandırıyor ve dereye bir mükemmellik katıyordu. Su, taşlara çarpa çarpa şekilden şekile giriyor, donuk, cansız, âtıl, yeksenak, sıradan olmaktan kurtuluyor; halden hale geçiyor, her anı birbirine benzemeyen bir varoluşa yükseliyordu.
İşte demiştim, şimdi biraz daha kavradım musibetlerin, hastalıkların hatta travmaların hayatımızdaki yerini. Musibetler dere yatağındaki taşların işlevini görüyor. Sorunsuz, musibetsiz, başımıza hiçbir şeyi gelmediği hayat tabanında taş olmayan yeknesak hayata benzer. Hayatımızın tek gayesi vardır, o da Yaratıcı’nın sonsuz isimlerinin tecellisine mazhar olmak. ‘‘Bak, dedim, madem hayatımızın anlamı bu, halden hale geçeceğiz ki farklı farklı isimler tecelli etsin. Halden hale geçeceğiz, önümüze bin bir çeşit engel çıkacak ki, yeteneklerimiz açığa çıkacak, açığa çıkan yeteneklerimiz farklı farklı O’nun isimlerine ayna olacak. Her isteğimiz olmayacak, bin bir engelle boğuşacağız suların bin bir taşla boğuştuğu gibi ki, su gibi saflaşalım, nefsimizin heva ve hevesleri ve arzuları, istekleri terbiye olsun, saflaşsın, nefsimiz haddini bilsin, nefsimiz kendini tanısın. Musibetler, önümüze çıkan o büyük taşlar, bizim ayrıca hayat hızımızı yavaşlatır, bize sükûnet verir, dinlenme imkânı tanır. Musibetler ayrıca hayatımızı halden hale sokar, her halden hale sokma O’nun başka bir sanat eseri anlamı taşır. Mesela sağlıklı olmak O’nun sanat eseri olma haliyse hastalıklı olma da başka bir sanat eseri olma halidir.”
Ben bir terapistim. Bana insanlar dertlerini çözmek için gelirler. Benden akıl alırlar. O günü unutamam. Benim taşlardan ve dereden aldığım akıl, dostça bir kucaklaşma gibiydi. O dostça kucaklaşma anını bilmem kaç terapi seansımıza konu oldu.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.