Hayatın mutlu ettiği insanlardan intikam alma derneği

Rüyalara inanmadın mı diye soruyor öteki yanım. Peki, bu inandırılma da bir oyunsa?
Rüyalara inanmadın mı diye soruyor öteki yanım. Peki, bu inandırılma da bir oyunsa?

Rüyayı gördüğüm gün sayısı üçleri ve yedileri en sonunda aşınca bir ulu erenin dizi dibine çöküp vakıayı anlatıyorum. Şeyhim kâinata alışamadım ama kâinatın bana mesajı var şımarıklığıyla bir bir çözülüyorum. Dinliyorlar ve oğlumu öldürmemi söylüyorlar. Ve ben de gördüğünüz üzere, yola çıkıyorum.

"Baba sen bir kuşsun, deniz kıyısında susuzluktan ölen bir kuş"

Ve bana, bu hafif bilmiş hafif sevimli oğlumu öldürmemi söylediler.

Oğlum arabanın arka koltuğunda oturuyor. Çocuk koltuğuna, kemeriyle sapasağlam bağlamışım. Sanki birazdan canına kıymayacakmışım da, olası bir kazada canına halel gelmesin diye. Babalık işte. Acıktığı zaman, tırnaklarını kemiriyor, yol kenarlarında bulunan dinlenme tesislerinden bir tost aldım ona. Yanına da kutu ayran. Susurluk ayranının yerini tutar gibi değiller elbet, şöyle hafif ekşimsi bol köpüklü. Bak anımsayınca dahi ağzım kamaştı. Damaklarımın dişlerimle birleştiği o yer, garip bir uyuşma yaşıyor böyle anlarda. Parmaklarım direksiyonda. Güzel Anadolu'nun seyir güzergâhı resmen bir tablo. Manzaralı yollardan geçip gidiyoruz ancak oğlum dönüp de manzaraya bakmıyor. Virajlı yollardayız, sol yanım dağ, sağ yanım deniz.

-"Bak babacım, parklardaki dönmeli kaydıraklar gibi değil mi yollar?" diyorum. Ağzımın tam da ortasında orantısız bir sevinç. "Hadi kayalııııım!" diye de bir nida fırlatıyorum. Direksiyonu sağa sola saniyeler içinde kıra-çevire bir aksiyon, bir komiklik yaptığımı sanıyorum. Oğlumu ölüme götürmesem aslında iyi bir babayım. Bu esnada o da eğleniyor mu diye dikiz aynasından onu gözetliyorum. Tepkisiz. Tostunun içinden turşuları çıkarıp önce yalıyor, sonra ağzına atıp çiğniyor. Ayranını ise hiç açmamış, sol elinde oyuncak tutar gibi tutuyor. Dört saattir direksiyon sallıyorum, aklımda ise o nihai karar:

Bana onu öldürmemi söylediler.

Yola çıkarken karımla oğlumun vedalaşmalarını uzun uzun izledim. Eşimin karardan haberi yok. Ona, en sevgilisinin kanlı gömleğini getirenlerden biri olarak döneceğim. Yolluk olarak ne istediğimi sordu, ekmek arası zeytin kâfi dedim. Çantadan azığı çıkarıp ekmeği kemirmeye başladım. Arabanın camını araladım, çiğnediğim zeytinlerin çekirdeklerini ağzımdan direk olarak camdan dışarı püskürtüyorum. Bunun da farklı bir tadı var inanın. Yani ilkel güdülerle hareket ediyor olmanın. Evimde en medeni hâlimi takınan, ekmeği bölerek yiyen, masaya dökülen kırıntıları toplayan ben, şu an tam da göbeğimin üzerine dökülen kırıntıları ayaklarımın ucuna çırpıyorum. İnsan kendiyle baş başayken herhangi bir kontrol mekanizmasının altında olmamanın güvencesi içinde, en esfel tavırları sergiliyor. Kınamamalı, Âdemoğlunun özünde hayvani dürtüler olduğunu ifade eden davranış bilimcilere de kızmamalı. Yani işte insan aklı olan bir hayvandır tümevarımsal düşünceyi ispat içinde değilim ama çekirdekli her türlü meyve-sebzenin o çekirdeğini ağızdan püskürtmenin de apayrı bir tadı var.

-"Babacım manzarayı izlesene, dünya gözüyle bir gör buraları." diyorum. Dünya gözü? Amacını bu kadar da açık etmesen mi be adam! Oğlum yine tepkisiz kalıyor da şükür, kendi kendimi sınırsız yargılama imkânı elde ediyorum. Bu karara uymam şart mı? Uymasam başıma ne gelir ki? Uysam ne kazanırım? Uymasam ne kaybederim? Ben bir babayım ve o benim oğlum?

Babalar, oğullarını yaşatmak için varken; oğullar büyüyüp de cihanı zapt etse, oğul; ardında baba yoksa mutfakta su alamamanın acziyetinde hissederken, ben babayı oğulsuz, oğlu babasız bırakacağım yani? Düşünme. Hiçbir şey düşünme. Yol ikiye ayrılıyor, sen patika olanı seç. Herkesin gittiği istikamet, yol değil. Alışkanlık. Sen göklerdeki ulu görklü boz kartalsın. Ver gazı. Arabaya değil, Yüreğine ver. İçinde küheylanlar koşuşsun. Sahi, ben hangi gecede o ulu ve lanetli rüyayı gördüm? Beyaz yakalı bir iş gününün gecesinde izledim o rüyayı değil mi? Son on yedi gündür aynı rüyayı her gece izledim. Sinema, dizi, vukuat ya da iş makinası, belki trafik kazasında yerde yaralı yatanları izler gibi izledim. "Bana bahşettiğin nimetler için, verdiğim yemini ifa ederek oğlumu sonunda sana kurban ediyorum." diyerek kör bıçağı oğlumun boynuna saplıyorum. Kan akmıyor. Bıçak kör ama saplandığı anda o tahta sapına kadar oğlumun gırtlağından girip ensesinden ucu çıkıyor. Bıçağı geri çektiğimde de kan izi görünmüyor.

Yola çıkarken karımla oğlumun vedalaşmalarını uzun uzun izledim. Eşimin karardan haberi yok. Ona, en sevgilisinin kanlı gömleğini getirenlerden biri olarak döneceğim.

Rüyayı gördüğüm gün sayısı üçleri ve yedileri en sonunda aşınca bir ulu erenin dizi dibine çöküp vakıayı anlatıyorum. Şeyhim kâinata alışamadım ama kâinatın bana mesajı var şımarıklığıyla bir bir çözülüyorum. Dinliyorlar ve oğlumu öldürmemi söylüyorlar. Ve ben de gördüğünüz üzere, yola çıkıyorum. Zeytin ağaçlarının arasından, yarılmış da yol yapılmış dağlardan, durgun akan deniz kenarlarından geçiyorum. Ardımdaki araçların takip mesafesine uyup uymadığını hesaplarken oğlum en sonunda konuşuyor. Çişi gelmiş. Çok yakınlarda bir dinlenme tesisi de yok. Peki, diyorum, sinyalleri yakıp yavaşlıyorum. Yolun sol yanı ağaçlık arazi. Oğlanı bir ağaç dibine götürüyorum. İçme suyu için aldığımız şişeden azar azar dökerek ellerini yıkıyorum. Oğlan arabaya yanaşıyor, tostunu ve ayranını alıp denize doğru ilerliyor. En sonunda uygun bir köşeye çöküp bana gel gel yapıyor. Yanına gidip oturduğumda tostunu bölüp bana uzatıyor. Bir yandan şapırtılarla tostundan aldığı lokmayı çiğnerken bir yandan da "Baba sen bir kuşsun, deniz kıyısında susuzluktan ölen bir kuş." diyor. İlkten ne dediğini anlamıyorum, şapırtılarına o derece odaklanıyorum ki elinden tostunu alasım geliyor.

Duyamadım babacım, tekrarlar mısın diyorum. Tekrarlıyor. Ne anlama geliyor ki şimdi bu? Övgü mü sövgü mü? Hayattaki hayallerine ulaşmış bir adam olarak baba-oğul seyahat ediyoruz. Ne saadet değil mi, diyorum kendime. En büyük hayalim baba olmaktı, hem de oğlan babası. Maçlara gideriz, yenilirsek okkalı küfürler ederiz, takkeyi takıp cumaya, bayramlarda ana-babama el öpmeye gideriz. Dondurma alır geze geze yeriz. Çarpışan arabada kimselere çarpmadan gideriz falan işte. Böyle böyle hayallerin saadetine kapılırken sonunda öldürmekle görevlendirildiğim bir oğlum oldu. Denizi çok seven ve denizle alakalı türküler okuyup şiirler ezberleyen ben, hele ki "kaptan" lakaplı şairi pek seven, Halikarnas Balıkçısı ve Sait Faik'e sırf içinden deniz geçen öyküler yazmış diye çok hürmet gösteren ben, oğluna da haliyle Deniz ismini verdim. Aramızda kalsın, Deniz'iyle denize açılıp balık avlamak, hayalimdeki en tepe saadet noktasıydı mesela. Deniz yolculuğunda değiliz, ama yoldayız.

Bu da gerçekleşmiş bir hayal sayılır mı? Tesadüfe bakın ki şu anda da deniz kıyısındayız. Deniz karşımda ve Deniz'im yanımda. Sonra ne oldu bilmem, bir hâl geldi başıma. Denizler kurur da ben balığa çıkamazsam oğlumla diye kara kara fikirler oturdu aklıma. Ya da oğlum denizde yüzerken akıntıya kapılır da ben yetişemezsem? Ben ılık suyun altında şarkı söyleyerek duş alıyorken o bir ağaca tırmanmış da inemiyor olursa? Bisiklet sürerken araba çarpar ve ben iş yerinde üçüncü nesil kahvemi yudumluyor olursam, oğlum hayatla memat arasında çırpınırken? İklim krizi, üç tarafı denizlerle çevrili yarımada ülkemde denizsiz bırakırsa bizi? Kaygılarım bir süre sonra huya evrildi. Deniz kenarında oturup denizde yüzmeyen, ya oğluma bir şey olursa diye tasalanıp oğluyla gönül bağı kuramayan bir baba oldum. "Bağlanmayacaksın" diyen şairin emrine hâliyle de itaat ettim. Ne dondurma aldım oğlana, ne de çarpışan arabalara bindirdim. "Sen bir kuşsun baba, deniz kenarında susuzluktan ölen bir kuş." diyor oğlum yine.

Bu ne demek diyorum, altı senelik babalık ömrümde neredeyse ilk kez saçlarını severek. Babalar, oğullarına masal anlatır; buna alışığız da, oğlum babasına resmen öyküler anlatıyor. Gözlerini kısarak, sanki anlattığı kuş gerçekten varmış da gökten denize doğru inişe geçiyormuşçasına suya bakıyor. Efsanelerde anlatıldığına göre, denizin bir gün kuruyacağından korkup hiç su içmeyen ve en sonunda da susuzluktan ölen bir kuş varmış. Bu nedenle varlık içindeyken kendi düşünceleri ile kendine darlık çektiren, boş yere tasa ve keder içine düşen; yok yere hüzne boğulan insanları ifade eden bir kuş. O ben imişim. "Ne saçma şey! Öyle bir şey olamaz ki, kuşların aklı yok bir kere." diyorum. Ama öyle bir kuş varsa evet, o ben olabilirim. Hayatın mutlu ettiği insanların tam da tepelerinden, intikam almak için, kara gölge gibi uçacak bir kuş varsa o benim. Başlarına konduğunda taht, talih ve baht getiren kuşlar varsa intikam getirecek kuş da olmalı bence. Menkıbelere mi inanacağız diyorum kendime.

Rüyalara inanmadın mı diye soruyor öteki yanım. Peki, bu inandırılma da bir oyunsa? Ya karım, oğlumdan git gide uzaklaşmamdan duyduğu kaygıyı, ikimizi baş başa bir yolculuğa göndererek bir çözüme kavuşturmayı planladıysa? Oğlunu kurban edecek olan Peygamber'i, göz nurunun kanlı gömleğiyle barı yanan Nebi'yi son zamanlarda her gün anlatıyor oluşu bundansa? Dizi dibine vardığım Efendi'ye o göndermedi mi beni? Akıllı kadınsın vesselam diyorum. Hoş, kadınlar genel anlamda akıllı zaten. Cinliğin biri bin para. Cep telefonumu çıkarıp "akıllı bir kadınsın" diye mesaj atıyorum. Saniyeler içinde attığım mesaja, o uygulamadaki mavi tık görünüyor. Karım, çiçekli böcekli onlarca emoji atıp duruyor. Bir yanım bu uyanışıma çok sevinçli, öteki yanım yine aptal yerine konmuş olmanın utancı içinde. Telefonun internet ve sinyal gücü git gide zayıflıyor zaten. O kara kutuyu tamamen kapatıp cebime atıyorum. Hadi diyorum oğlana. Varacağımız yere az kaldı. İlk kez soru soruyor oğlan. "Nereye varacağız?"

"Buralarda dondurması çok meşhur olan bir yer var," diyorum. "Baba oğul, baş başa dondurma yemeye gidiyoruz."