Her şey her yerde

​Her şey her yerde
​Her şey her yerde

Margit, Tuna’nın ortasında iki kıyıya da ait olmayan o üzgün kimsesizliğiyle güneşi çağırıyor benim için. Nehir adaları, durmanın akmaya karşı küstahlığıdır. Her şey akar gider ve o öylece kalır. Susmadan önce seçtiğimiz o kelimenin öylece kalması gibi alnımızın ortasında. Kısmet…

Ümit Burnu

“Nefsin kömür gibidir. Onu yıkarsan akan sadece kir olacaktır. Simsiyah bir kir. Onu yakman lazım!”

Konuşurken, elleriyle ruhumun mekaniğini tarif ediyor. Bütün üşümelerimi yaktı geçti. Ben hırkaların, titremelerin ve arınmaların adamı değilim. Yanmam lazım. Bunu biliyor. Ben henüz bilmiyorken biliyor.

Beyaz bir örtünün bir ucundan ben bir ucundan o tutuyor. Odayı kaplayacak kadar açıyoruz örtüyü. Gökyüzünü alıp bir apartmanın çatı katında yere seriyoruz. Beyaz cellabiyeler bir Kurtuba akşamını birlikte başlatıyor Üsküdar semalarında. Dünyayı dört başı mamur bir kalyonun güvertesinde, Ümit Burnu’nu aşarken sessizce izliyorum. Kükreyen kırklardan geçiyoruz ve sonsuz bir dinginlik, yüzümde denizden esen isimsiz bir rüzgârın tatlı hatırasına saklıyor kendini. Bütün kelimelerim, O’nun güzel isimlerine demirin mıknatısa yapışması gibi yapışıyor. Ne söylesem O olacak, ne düşünsem O.

Kömür alev aldı. Yol, saatleri ve dakikaları kazanına attığım bir lokomotif gibi ilerliyor. Yol, beni kat ediyor. Her an merkezime bir kilometre daha yaklaşıyor. Duruyor muyum yoksa gidiyor muyum?


Kömür alev aldı. Yol, saatleri ve dakikaları kazanına attığım bir lokomotif gibi ilerliyor. Yol, beni kat ediyor. Her an merkezime bir kilometre daha yaklaşıyor. Duruyor muyum yoksa gidiyor muyum? Bu muğlaklık beni hayatın kesinliğinden çekip alıyor. Olasılıkların ümit veren melodisini dinliyorum. Giden yoldur, duran biz. İşte bunu seçtim. Kalyonların, lokomotiflerin ve durunca düşen bisikletlerin adına…

Beni de kabul edin.

Tuna kısmet

“Atlarımız birbirine kişniyor biz ayrılırken”

On sekizimden otuzuma kadar ömrümün tam orta yerinden bir nehir akıttım. Şimdi kıyısında yürürken Tuna’nın, ayaklarımın altında çatırdayan yılların sesinin duyuyorum. Karşı kıyılarda kalanlarla, asla kesişmeyecek yollarda ama aynı istikamete gitmenin o gerilimli yalnızlığını paylaşıyorum. Nehrin en dar yerinde, umutla ordusunu karşıya geçirmek için huzursuzlanan bir serdar gibi, köprüler kurmuşum.

  • Ayaklarım saplanırken nehrin çakıllı toprağına, suyun her şeyi hiçbir şey için değiştirdiği yönünü tayin etmek ne zor. Bir Macar esiyor saçlarımın siyahtan ayrılmaya başladığı o ilk ana doğru.

Margit, Tuna’nın ortasında iki kıyıya da ait olmayan o üzgün kimsesizliğiyle güneşi çağırıyor benim için. Nehir adaları, durmanın akmaya karşı küstahlığıdır. Her şey akar gider ve o öylece kalır. Susmadan önce seçtiğimiz o kelimenin öylece kalması gibi alnımızın ortasında. Kısmet…

Uçaklar bir Marta Sebestyen şarkısında düşüyor ve onları senin için topluyorum.

Bugünü burada yaktım ve biraz daha yaşlandım. Margit duruyor ve ben gidiyorum artık. Birazdan akşam olacak ve seni düşünüp kısmet diyeceğim.

Ümit burnu
Ümit burnu

Pırdöndü

Cebinden bir kart çıkardı. Aynısından bir tane de bana verdi. Bu pırdöndüler ile bütün şehri gezebilirsin diye muzip bir gülümseme ile göz kırptı. Ben küçük bir çocukken telefon açan tavşanlardan, surlara saklanmış ve hala gizlice yaşayan yeniçerilerden, katırların ayakkabılarından ve yoğurt hırsızı şehzadelerden bahsederdi. Kendi sözlüğü vardı. İnsanların kalem dediğine o kurşunlu, masa dediklerine ayaklı, imkânsız dediklerine mümkün kuşu derdi. Şimdi Köln’deki Türk sokağında o biraz yaşlanmış, ben biraz büyümüş bir halde ama aynı sözlükten konuşuyoruz. Elimdeki pırdöndü ile amcamın şehrini dolaşacağım. Dili satır satır dilimleyen bu adam sevdiğim her şeye kendi sözlüğümden bir isim koymayı öğretti bana.

Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır. İkimizde bunu söyleyen Alman ile hem fikiriz. Bazıları sizin bu dünyadaki pasaportunuzdur. Anlamlar ötesi bir seyahatte yan koltuğunuza düşmüşlerdir. Tıpkı yanımda oturan bu kır saçlı çelebi gibi. Onun adı Görüş Devriyesi…