Homo Machina'nın mottosu: Tükendikçe tüketiyorum

Modern zamandaki hâkim çalışma sistemi insan ruhunun sınırsız üretme kapasitesini böylece yok ediyor ve insanı beden sınırlarına hapsediyor.
Modern zamandaki hâkim çalışma sistemi insan ruhunun sınırsız üretme kapasitesini böylece yok ediyor ve insanı beden sınırlarına hapsediyor.

Evrimini tamamlamış (!) bir Homo Machina, Nazım Hikmet’in “Ve ben ancak bahtiyar olacağım/ Karnıma bir tirbün oturtup/ Kuyruğuma çift uskumru taktığım gün.” dizelerinde söylediği gibi bahtiyarlığı ancak makineleşmekte bulacaktır.

Günümüzde iş gücü derinliğini yitirmiştir. Bunun sebebi üretimden daha hızlı sonucun ve daha çok ürünün bekleniyor olmasıdır. Sanayi devrimi öncesinde meslek sahiplerinin (zanaatkârların) kendi yorumlarını eserlerine katması, üretilen her ürünü eşsiz kılan bir detaydı. Modern dönemde ise makineler ve “makineleşmiş insanlar” (Homo M achina) tarafından birbirinin kopyası ürünler üretilmektedir. Makineler ile kurulan bu üretim sisteminin içinde birey, yalnızca küçük roller alabilir. Aynı zamanda bu üretim çarkının içindeki insan, üretimin sonunda ortaya çıkan ürüne de yabancıdır. Söz gelimi otomobil fabrikasında çalışan bir işçi yaptığı işin yalnızca belli bir kısmına hâkimdir. Gerisi onun için bir muammadır. Ürüne ve toplam işe yabancılaşma, Homo Machina’ya dönüşmüş olan bireyi, Homo Sapiens ve Homo Faber’den bu yönüyle farklılaştırır. Artık, çalışan kişi için ölümcül bir aynılaşma/rutin vardır. Bu aynılaşma kişiyi amaçsızlığa iter ve iş performansında düşüşler meydana getirir.

  • Böylelikle bireyler üretim aşamasında yer aldığı ürüne yeni bir yorum katmaktan, meraktan ve derinleşmeden yoksun ruhsuz bedenler olarak iş gücüne dâhil olmayı sürdürürler. Zaten sistem de çalışanlardan daha fazlasını beklemez. İşte Homo Machina da, en genel tabiriyle, yukarıda tanımlandığı gibi sistemin içerisine, kendi üretim ve tüketim özgürlüğünden vazgeçmek pahasına, makinelere teslim olarak dâhil olan bireydir. Batı modernizmi öncesi bizim topraklarımızda iş gücüne katılacak kişiler, küçük yaştan itibaren usta-çırak ilişkisi ve gözlem yoluyla eğitim (eski deyişle terbiye) alırlardı. Bu gözlem, işine göre yıllar sürebilirdi; işi öğrendikten sonra da kişiyi ömür boyu bir zanaâtkâr, bir meslek sahibi yapardı. Böylesi zorlu bir sürecin sonunda elbette ki ortaya bilge ve becerikli ustalar çıkardı. Aynı zamanda özel törenler, ustanın kendi yerine geçecek bir sonraki ustayı kendisinin seçmesi, usta ve çırakların kapısının farklı olması gibi gelenek ve ritüellerle iş becerisi ve zanaatkâra verilen kıymet yüceltilirdi.

Sanayileşme sonrasına baktığımızda ise, bir fabrikanın söz gelimi kutulama bölümünde çalışan bir işçinin işi öğrenmesi sadece birkaç saatini alır. Bu işi amaçsız bir şekilde rutin hâline getirmesi de topu topu birkaç hafta sürer. Ortada işi öğrenmek adına bir emek olmadığı için, işçi daha iyi şartlarda bir iş bulduğunda mevcut çalıştığı yerden “kurtularak” kendini yeni bir makineli üretim sistemin parçası olmak üzere harekete geçirir. Hâlihazırda çalıştığı işte özel bir ustalık ve beceri sahibi olmadığı için de uzun süreli iş garantisi zaten yoktur ve bu da iş ortamını işçi açısından güvensizleştirir. Yine eskiye dönüş yapacak olursak, Anadolu’da 12. ve 13. yüzyıllarda temelleri atılan, zanaatkârların oluşturduğu Âhilik teşkilatının belirlediği meslek edinme ve edindirme düsturuna göre çırak ustasından yalnızca iş öğrenmezdi. Çırağa ustası tarafından aynı zamanda iş etiği ve toplumsal ahlâk eğitimi de verilirdi. Modern dönemde ise böyle bir iş etiği eğitiminden ve ortamından mahrum kalan “çalışan birey”e zorluklara sabır ve işe sadakat gibi mefhumlar yabancı…

Modern zamandaki hâkim çalışma sistemi insan ruhunun sınırsız üretme kapasitesini böylece yok ediyor ve insanı beden sınırlarına hapsediyor. Bu sıkışıklıkta da bireyler tam anlamıyla tükenmeye başlıyorlar.


Böylece işçi ile işi arasında bir ünsiyet sorunu ortaya çıkıyor. Modern zamandaki hâkim çalışma sistemi insan ruhunun sınırsız üretme kapasitesini böylece yok ediyor ve insanı beden sınırlarına hapsediyor. Bu sıkışıklıkta da bireyler tam anlamıyla tükenmeye başlıyorlar. Bu tükenmenin gölgesinde yetişen her nesil ise kendini daha çok makinelere teslim edecek gibi görünmektedir. Evrimini tamamlamış (!) bir Homo Machina, Nazım Hikmet’in “Ve ben ancak bahtiyar olacağım/ Karnıma bir tirbün oturtup/ Kuyruğuma çift uskumru taktığım gün.” dizelerinde söylediği gibi bahtiyarlığı ancak makineleşmekte bulacaktır. Peki, Homo Machinalık yalnızca iş gücü alanında mı geçerlidir? Aslında pek değil. Diğer alanlar incelendiğinde, örneğin eğitim gibi, her bireye aynı bilginin yüklenmeye çalışıldığı bir sistemler silsilesiyle karşılaşırız. Salt bilgi yüklenen ve pratikten uzak kalan bireyler, beyne çok da ihtiyaç kalmayan işlerde çalıştırılırlar.

Eğitim gibi yaşamın daha pek çok alanında görülen bu tek tipleşme, dikkatli incelendiğinde kapitalist üretim ortamlarının inceliksiz ve vasıfsız işgücünü oluşturabilmek adına sistem tarafından desteklenmektedir. Tüm bu yaşam, eğitim ve çalışma şartlarında beyin artık aşağılanmıştır. Bu aşağılanma yalnızca soyut manada değildir. Konuyla ilgili yakın zamanda yayımlanmış bir makalede monotonluğun beyni küçülttüğü belirtiliyor.1 Yalnız kalan ve monoton bir yaşam süren bireylerin beyinleri daha fazla yeni bağlantı oluşturamamakta ve bunun sonucunda da bilişsel gücünü yitirmektedir. Homo Machina’nın da yalnızlığı ve monoton iş yaşamı ile maruz kaldığı durum benzer değil midir?

Aşağılanmış beyin ile birlikte bireyler bir süre sonra varoluş amaçlarını da kaybederler; çünkü aldığı eğitime, ürettiği ürüne ve gittikçe de yaşam gayesine yabancı bireyler yine yaşam gayesine yabancı nesilleri ve küçülen beyinleri ve zayıflayan bilişsel yetileri beraberinde getirecektir. Düzen ise kendi devamlılığını sürdürebilmek için bir “çözüm” olarak (ve yine kendisine muhtaç ederek) bireyleri tüketim konusunda teşvik eder. Bize de öğrettiği gibi, “Sahip olmak, var olmaktır.” İşte düzen tarafından tüketilen ve tüketmeye itilen Homo Machina’nın motttosu tam da bu hususta geçerlidir: “Tükendikçe tüketiyorum…”

  • 1. Makalenin orijinali: Stahn, A. C., Gunga, H.-C., Kohlberg, E., Gallinat, J., Dinges, D. F., & Kühn, S. (2019). Brain changes in response to long-duration Antarctic expeditions. The New England Journal of Medicine, 381, 2273–2275.