İlk hata elbette yetimdir

Ne vakit o yokuşun tam ortasına gelsem devam edip etmemeye karar vermeye çalışırdım.
Ne vakit o yokuşun tam ortasına gelsem devam edip etmemeye karar vermeye çalışırdım.

Yaşamak, elinde kronometre tutan bir deli gibi en olmaz anlarda basar düğmeye ve ağzındaki düdüğü çalar. Geç kaldın. Mesafenin, geri dönülemez ve varılamaz noktasında, yani tam ortasında kalırsın. Orası vurulmuş atların yurdudur.

Yaşamak, elinde kronometre tutan bir deli gibi en olmaz anlarda basar düğmeye ve ağzındaki düdüğü çalar. Geç kaldın.

Ruhunda göçebelik olanlar her sabah aynı yerde uyansalar da gözlerini açtıkları o ilk dakikalarda etrafı yabancı bakışlarla kolaçan etme dürtüsünden kurtulamazlar. Bir yokuşun dibine yuvarlanmış gibi duran küçük evimde yüzlerce kez sanki ilk gecemin sabahı gibi uyanmaktan yorulmuştum artık. Daha fenası gözlerimi açtığımda ilk fark ettiğim, gün ışığında geceden açık unutulmuş kirli bir ampulün yaydığı titrek ışıktı. Işık eğer fazlalıksa başka tür bir karanlığı anlatır bize. Kendimi sokağa attım. O içimden hiç atamadığım çılgın geç kalmışlık duygusu adımlarımı hızlandırırken, uzun ve mümkün olabilecek en dik yokuşla sınanırdı her gün. Geç kalmışlık, böylesine dik bir yokuşa kendisini izah edemez. Lafın nefes nefes yarım kalır. Yaşamak, elinde kronometre tutan bir deli gibi en olmaz anlarda basar düğmeye ve ağzındaki düdüğü çalar. Geç kaldın. Mesafenin, geri dönülemez ve varılamaz noktasında, yani tam ortasında kalırsın. Orası vurulmuş atların yurdudur.

Ne vakit o yokuşun tam ortasına gelsem devam edip etmemeye karar vermeye çalışırdım. Gücümü sınardım. Bu kez benim karar verme durağımda, verdiği kararı uygulamak için direnen biri daha vardı. Seyyar arabasını itmeye çalışıyordu.

Öyle bir noktaya gelmişti ki tüm gücüyle itiyor ama ilerleyemiyor, sadece durabilmek için bütün gücünü kullanmak zorunda kalıyordu. Benim seyyar arabam yoktu ama zihnimde ittirmeye çalıştıklarım o kadar büyüktü ki ben de yokuşun tam bu noktasında tıpkı onun gibi öylece kalıyordum. Yeni bir seçenek olarak görmüş olacağım ki yanına gidip bir ucundan da ben itmeye başladım arabayı. Hiç yadırgamadı. Ağarmış kırçıl sakallar, kuru ve kararmış eller, yoğun bir amber kokusu. Birlikte yokuşu çıktık. Arabanın tezgahının üzerinde ilginç malzemeler ya da mallar vardı. Çalışıp çalışmadığı meçhul bir mikser, ikizini kim bilir ne zaman kaybetmiş bir hoparlör, çatal kaşık seti, bir gözlük, biri siyah biri beyaz iki ev telefonu, Meydan Larousse’nin ilk üç cildi, bir süpürge hortumu, bir walkman, Fono’nun Almanca seti, bir bilgisayar ekranı. Hepsi buydu.

Öyle bir noktaya gelmişti ki tüm gücüyle itiyor ama ilerleyemiyor, sadece durabilmek için bütün gücünü kullanmak zorunda kalıyordu.
Öyle bir noktaya gelmişti ki tüm gücüyle itiyor ama ilerleyemiyor, sadece durabilmek için bütün gücünü kullanmak zorunda kalıyordu.

Yokuşun başında veda edip yoluma gitmem gerekirken, arabayı itmeye devam ettim. Birkaç sokak geçtik. Hiç konuşmadan elimizdeki bu tuhaf malzeme toplamının gizemli alıcılarına doğru yol aldık. Bir caminin önüne gelince durduk nihayet. Bir kenara çekilip izlemeye başladım. Cemaat dağılana kadar kimse gelip bu harikalar dükkanına göz atmadı. Derken birkaç ihtiyar, arabanın etrafında birkaç meraklı dönüşten sonra yavaş yavaş tezgâha yanaştılar. Kimi bilgisayar ekranını kurcalıyor kimi ansiklopediyi karıştırıyor kimi de mikserin fişini arıyor, evirip çeviriyordu. Satıcı hiçbiri için çalışma garantisi vermiyor, ihtiyarlar da bunu pek önemsiyor gibi durmuyorlardı.

Gözlerimin önünde dünyanın en ilginç alışverişlerinden biri dönüyordu. Nesnelerle kurdukları ilişki tüketim dışıydı. En yaşlıları gözlüğü eline aldı, yeleğiyle camını sildikten sonra taktı. Görüşü netleşmiş olacak ki pazarlığa durdular. Bir diğeri hoparlörü kucaklamıştı bile. Elinden tutan ve zıplayıp duran yeğeni ise ısrarla bilgisayar ekranını gösteriyordu.

“Etmem. Çünkü o zaten bir hatanın yetimi …”
“Etmem. Çünkü o zaten bir hatanın yetimi …”

Dedesi hoparlörü bıraktı ve ekranı kucakladı bu kez. Şöyle bir tarttı. Yeteri kadar tok ve ağır bulmuş olsa gerek ki o da pazarlığa başladı. Cami arkadaşı dürttü. “Sabiler için iyi değilmiş, hata edersin.” dedi. Dede merhametten çatlayan bakışlarını torunundan zorlukla ayırarak şöyle söyledi; “Etmem. Çünkü o zaten bir hatanın yetimi …”

  • Böylece güne devam etmeye karar verdim. Ev telefonunun ahizesini kulağına tutup gülerek arkadaşlarıyla konuşan bir başka dedenin kahkahalarını kulaklarımda taşıyarak. “Bir hatanın yetimi olmak” benimle bugüne değin yaşadı.

Arada hatırladım ve bir yokuşu tırmanır gibi nefessiz kaldım. Düz yollarda unuttum. Sonra bir şiir ters yüz etti bu gerçekliği. Rıdvan Tulum’un şiiri; Kuşatma Kalktığında. “İlk hata elbette yetimdir.” diyordu Rıdvan. Çocuk büyüyor, yaralar sarılıyor, zaman geçiyor. Peki ya yetim olan hatanın kendisi ise? Saat ilerlemiyor, “o an” suyun yüzeyindeki halkalar gibi çoğalıyorsa? Açıklaması, telafisi, hamisi olmayan, kendinden sonra gelenleri de çorak topraklarında biriktiren o ilk hataya ne demeli? O zaman şair konuşur; “Adı olmayan ve adı bilinmeyen her şey/ Kayıtlara, sonra diye düşülmüştür”

Hatalar yetim, gömlekler acemi, yağmuru ayakta tutacak tek söz yok. Yaşıyoruz ve kuşattığımızı zannettiğimiz kalelerin dibinde müdafilere karşı kendimizi savunuyoruz. Kalemiz yok, ancak “saldırımızı savunabiliriz”.

Bu yokuşların sonu şiirdir. Orası atları vurmanın yurdudur.