İmam Harun, bize taviz vermeden nasıl yaşayabileceğimizi gösterdi

Prof. Dr. Muhammed Harun'la İmam Harun’u ve İmam Harun’un Güney Afrika’sını konuştuk.
Prof. Dr. Muhammed Harun'la İmam Harun’u ve İmam Harun’un Güney Afrika’sını konuştuk.

Babam gibi, insanları politik, psikolojik ve sosyolojik olarak etkilemiş bir insan bizlere tamamen seküler bir toplumda bir Müslüman olarak, inançlarımızdan taviz vermeden nasıl yaşayabileceğimizi ve diğer sosyal gruplarla nasıl iletişim kurabileceğimizi göstermiş oldu.

Çeviri: Esra Arı

  • İmam Harun Güney Afrika’nın yüz akı şahsiyetlerden. Aparthide rejiminin zulümlerine karşı Müslümanca bir duruş ve direniş göstermiş; bu duruş ve direnişi tehlike olarak gören rejim tarafından önce hapsedilmiş, daha sonra da bundan tam 50 yıl önce, 27 Eylül günü şehit edilmişti. Şehadetinin 50. yılında biz de oğlu Prof. Dr. Muhammed Harun’la bir konferans serisi için İstanbul’da bulunduğu sırada bir araya geldik, İmam Harun’u ve İmam Harun’un Güney Afrika’sını konuştuk.

Söyleşinin ilk bölümünde babanızın yaşamına ve şehadetine dair konuşmak istiyorum.

Elbette…

Babanız yaşamı ve şehadetiyle, tüm dünya Müslümanları için oldukça güzel bir örnek. Peki, onun şehadeti size ve Güney Afrika Müslümanlarına neyi öğretti? Babanızın şehadetiyle ülkede ve ailenizin yaşamınızda neler değişti?

Öncelikle bu ilginiz ve düşünceleriniz için çok teşekkürler. Babamın şehadetinin çeşitli etkileri oldu. İlk olarak elbette ailemi etkiledi. Bu durum Güney Afrika şartlarında babamın sosyal adalete kendisini ne ölçüde adamış olduğunu göstermiş oldu bizlere. Biz aslında onun şehadetine kadar babamın neyle uğraştığını tam olarak bilmiyorduk. Ve tabii ne kadar etkili ve önemli olduğunu da. Evet, iyi bir şeyler yaptığını biliyorduk ama bu iyi şeyler bizim için çok da bilinir ve açık değildi o güne kadar. Bildiğiniz gibi Güney Afrika ırkçı bir toplumdu ve insanlar ırklarına göre sınıflandırılıyorlardı. Ve babam gibi bir Müslüman’ın yüksek sesle konuşması, toplumda bu kadar görünür olması ve sosyal adalet için harekete geçmesi bu baskıcı rejim için kabul edilemez bir şeydi. Topluma gelecek olursak aslında onlar da bizim gibi tam olarak babamın ne etkiler oluşturduğunu bilmiyorlardı, onun eylemlerini, önder bir imam olduğunu, bildikleri hâlde…

Babam imamlık yaparken aynı zamanda bir giyim firmasının satış temsilciliğini yapıyordu dolayısıyla toplumun her kesiminden insanla bir araya gelmesi ve iletişim kurması çok daha kolaydı. Yani babam yaptığı işi davası için bir fırsata çevirmişti. O işi yaparken çok daha kolay seyahat ediyor ve toplumun her kesiminden insanla çok daha kolay bir araya gelebiliyordu. Gençlerle, yaşlılarla ve herkesle… Dolayısıyla inandığı değerleri yaymak ve insanlara temas edebilmek için bu iş ona daha fazla fırsatlar sunuyordu. Son olarak da onun öldürülüşünün bu kadar yankı uyandırmasının nedeni de yaşarken ortaya koyduğu modele ve sosyal adalet ve iyilik için ortaya koyduğu tüm çabalara insanların şahit olmuş olmalarıdır. Sevgi ve muhabbeti bu kadar önemseyen ve yaymaya çalışan bir insanın öldürülüşü insanları etkiledi ve hafızalara kazındı. Şehadetiyle mesajı daha dikkat çekici bir hâle gelmiş oldu.

İmam Abdullah Harun, Güney Afrika’nın özgürlük mücadelesinde çok önemli bir önder olmasına rağmen, bazı insanlara göre, “Apartheid” sonrası kuşak tarafından yeterince tanınmıyor. Bu eleştirilere ne dersiniz? Sizce Güney Afrika İmam Harun’u yeterince biliyor mu?

Aslında İmam’ın çok fazla bilinir olmamasının nedeni onun Afrika Ulusal Kongresi’ne, yani Mandela’nın partisine üye olmaması. İnsanlar eğer çok fazla bilmiyorsa İmam’ı bunun sebebi budur. Müslümanlar arasında ise zaten azınlık olmamızdan ötürü bilinirliği oldukça yüksek.


Özellikle 2011 senesinden sonra tanınırlığı daha da arttı; çünkü Güney Afrika’da her yıl, toplum için önemli olan farklı isimlere adanıyor o sene ve onların anısına etkinlikler yapılıyor. 2011 yılı da İmam’a adandı ve onun yılı oldu. Bu sayede o tarihten itibaren İmam Güney Afrika’da daha çok tanınıyor ve biliniyor diyebiliriz.

Babanızı anlatan Killing of The Imam adlı kitap var, bu kitap Türkçeye çevrildiğinde Türkleri çok etkiledi ve ailelerin çocuklarına Abdullah Harun ismini vermelerine bile neden oldu… Bu kitabın yazılış sürecinden bahsedebilir misiniz?

Kitabın yazarları hâlihazırda babamın Cape Town’dan arkadaşlarıydı. Babam sürgüne gönderildiğinde de onunla iletişimini koparmamışlardı ve her daim babamla ilgili gelişmelere hâkimdiler.

Babam bizlere tamamen seküler bir toplumda bir Müslüman olarak inançlarımızdan taviz vermeden nasıl yaşayabileceğimizi ve diğer sosyal gruplarla nasıl iletişim kurabileceğimizi göstermiş oldu.

(Onlar Pan Afrika Kongresi (PAC) üyeleriydiler, Afrika Ulusal Kongresi’ne değil. Pan Afrikan Kongresi’nin şöyle bir özelliği vardı toplumun her kesiminden insan üye olabiliyordu. Dolasıyıyla Afrika Ulusal Kongresi’nden daha fazla Afrikalı bir partiydi. Bu partiye ülkenin baskı altındaki diğer grupları Hintliler ve diğer gruplar da üye olabiliyorlardı.) Babamın tutuklanma ve öldürülmesine şahit olduktan sonra da onlar onun öyküsünü, davasını anlatan bir kitap yazmaya karar verdiler. Kitap iki bölümden oluşuyor ilk bölüm daha çok babamın biyografisinden oluşurken, kitabın ikinci bölümü ise daha kurgusal bir içeriğe sahip. Yani babamın tutuklama altındayken neler yaşadığına dair varsayımlardan oluşan bir anlatı var kitabın özellikle ikinci bölümünde… İlk yayımlandığında kitap Güney Afrika’da yasaktı ve Türkçe ve Malayca gibi çevrildiği diğer dillerde de oldukça etkili oldu. Ayrıca en başta sizin de belirttiğiniz gibi, buraya yaz kampı için geldiğimde bir aileyle tanıştım ve onlar da kitabın etkisiyle oğullarına Abdullah Harun ismini vermişlerdi… Bu gerçekten oldukça duygusal bir durum…

Bugünden baktığınızda babanızın yaptıkları sizin için ne anlam ifade ediyor? Böyle bir önderin çocuğu olmak nasıl bir tecrübe?

Bu oldukça zor bir soru… Babam gibi, insanları politik, psikolojik ve sosyolojik olarak etkilemiş insanın bizlere şunu gösterdiğini söyleyebilirim, babam bizlere tamamen seküler bir toplumda bir Müslüman olarak inançlarımızdan taviz vermeden nasıl yaşayabileceğimizi ve diğer sosyal gruplarla nasıl iletişim kurabileceğimizi göstermiş oldu. Kendisine dayatılan aşağılayıcı tüm sıfatları reddederek, özgürlük ve onur mücadelesini bir Müslüman olarak örnek bir şekilde sergilemiş oldu. Benim için en önemli şeylerden biri de sosyal adalet ve toplumun huzuru için çalışırken sadece Müslüman olanlar değil, aynı zamanda Müslüman olmayan ve çok farklı inanışlara sahip insanlara da temas etti ve hiçbirini ne dininden ne de renginden ya da başka bir aidiyetinden ötürü yargılamadı. O bir yanıyla “renk körü”ydü de diyebiliriz. Çünkü karşılaştığı hiçbir farklı renk onu ayrıma sevk etmiyordu. Mescidin kapılarını toplumun her kesimi için her daim açık bırakırdı. İsteyen istediği zaman gelir ve onunla konuşup tartışabilirdi, ateist olsa bile... Sportif aktivitelere de oldukça meraklıydı ve bir kriket takımı bile kurmuştu. Bu takımda Müslüman olanlarla olmayanlar bir arada maç yapabiliyorlardı. O her daim çizginin öteki tarafındaki insanlarla iletişimde kaldı. Bu da aslında bana şunu ifade ediyor: Müslüman olmak namaz kılmaktan, hacca gitmekten ve sadaka vermekten ibaret değil, bunlarla beraber bunlardan daha fazla bir anlam barındıran bir şey. Bir Müslüman olarak öteki oletişimde olmak zorundasın. Bu sosyal yapının bir gereği de. Tüm bu örneklikler elbette kişiliğimi şekillendirmemde oldukça etkili oldu.

İmam Harun'un oğlu olarak ilk tecrübe ettiğim şey yalnızlık duygusu oldu

Bu tecrübelerin zorlukları da olmuştur belki…

Elbette… Aslında benim babamın oğlu olarak ilk tecrübe ettiğim bir diğer şey de yalnızlık oldu. Aparthide rejiminde Müslümanların yaptıkları evlikler hükümet tarafından tanınmıyordu ve bu nedenle biz babamın şehit oluşundan sonra yasa gereği evimizi kaybettik. Annemle beraber çalışmak zorunda kaldık. En acı tecrübelerden birisi ise babam şehit edildikten sonra babamın arkadaşı diye bildiğimiz şeyhler ve müftülerin bizi o zor şartlarda yalnız bırakmasıydı… Oysa babamı tanıyan ve güya onu destekleyen insanlardı…

Babam 133 gün hapiste tutuldu ve biz o süre içerisinde kendisinden hiçbir haber alamıyorduk.
Babam 133 gün hapiste tutuldu ve biz o süre içerisinde kendisinden hiçbir haber alamıyorduk.

O dönem, bizim yanımızda babamın samimi takipçileri vardı yalnız. Bu o dönem benim gibi daha 14 yaşında büyüme çağında olan genç bir insan için oldukça negatif etkiler bırakan bir tecrübeydi, çünkü hiç güvende hissetmiyordum. Bir sosyal grubun üyesi gibi hissetmiyordum o dönemde bu yaşadıklarımdan ötürü. Elbette babamın gerçekten sevenleri, takipçileri geldiler ve yanımızda oldular; ama babamın birlikte etkin olarak faaliyetler yaptığı o toplumda bilinir olan insanlar, dönemin baskı politikalarından korktuklarından belki, hiçbir zaman yanımızda olmadılar. Ben ve ailem büyük bir yalnızlık içindeydik…

O yalnızlık ve yokluk içinde geçiminizi nasıl sağladınız, nasıl yaşayabildiniz?

Annem terzilik yapıyordu ve diktiği elbiseleri satarak bizim geçimizi sağladı. Aileyi o ayakta tuttu…

Peki, babanızı daha fazla bilinir kılmak ve mesajını yaşatmak için siz ve aileniz neler yapıyorsunuz?

Babam 133 gün hapiste tutuldu ve biz o süre içerisinde kendisinden hiçbir haber alamıyorduk. Bu sene onun şehadetinin 50. Yılı olması hasebiyle tutuklandığı 29 Mayıs tarihinden şehit edildiği güne kadar geçen 133 gün içerisinde İmam’ı anlatan çok çeşitli anma etkinlikleri yapıyoruz. (Telefonundan bu anma etkinliklerine ait pek çok fotoğrafı bizlere gösteriyor. Bu fotoğraflarda İmam’ı anmak için bir araya gelerek hatim halkaları oluşturmuş kadınlar ve çocuklar var. İmam’ı anlatan konferanslarda yer alan katılımcıların ve 93 yaşındaki annesi ile kız kardeşlerinin resmini de bizlere gösteriyor Muhammed Harun).

Amacımız İmam nasıl yaşadı buna dair akla gelebilecek pek çok detayı insanlarla paylaşmak ve onu daha iyi anlamak ve anlatmak…

İmam’ın yaşamından akla gelen en belirgin özellikleri nelerdi mesela, bilmeyenler için biraz bahsedebilir misiniz?

Örneğin, İmam her pazartesi ve perşembe oruç tutardı ve asla dini kimliğini çok fazla ön plana çıkaracak şekilde gösterişli giysiler giyinmezdi. Ama her daim şık ve özenli giyinirdi, bir Müslüman’ın olması gerektiği gibi yani... Statüsünü göz önüne çıkarmadan imamlık görevini ifa ediyordu ve bunun için asla para almıyordu. Bunu gönüllü olarak yapıyordu.

İmam Abdullah Harun Vakfı, sessiz kahraman annemin anısına kuruldu

Babanız adına kurulmuş bir vakıf ya da kuruluş var mı peki?

2005 yılında İmam Abdullah Harun Eğitim Kurumu (The Imam Abdullah Haron Education Trust (IAHET)) kuruldu ancak onun kuruluşunda bizim herhangi bir etkimiz olmadı, o kurum İmam’ın takipçileri tarafından kurulmuştu. Özellikle üniversite öğrencileri bu vakfın oluşumunda oldukça faaldi. Ve ailesi olarak biz de İmam Abdulah Harun Vakfı’nı (İmam Abdullah Haron Foundation) kurduk. Bu vakfın kuruluş amaçlarından biri de, babamın hayatı ve mesajını anlatmanın yanı sıra annemin onun hayatındaki büyük katkılarını, onun şehadetinden sonra ortaya koyduğu varlık mücadelesini bilinir kılmaktır. Çünkü annem çok şey konuşmadı ama çok büyük şeyler yaptı. O yüzden İmam Abdullah Vakfı babamın onuru ve anısına kurulduğu kadar babamın hayatındaki sessiz kahraman annemin onuru ve anısına da kurulmuş bir vakıftır.

  • (Bunları konuşurken bir yandan da vakfın farklı ırktan pek çok Güney Afrikalının katıldığı faaliyetlerini ve anma etkinliklerini gösteren resimler gösteriyor bize.)

Peki, 50. Yıl anma etkinliklerinde babanızı anlatan bir kitap projesi de var mı?

Evet, ben şu an babamın hayatını yeniden yazıyorum… Çoğunlukla biyografik bir eser olacak. Bunun dışında da yine birkaç yayın daha olacak babam hakkında.

Ne zaman yayımlanacak peki bu çalışmalar?

Sanırım yılsonunda ya da en geç 2020’de hazır olmuş olacaklar.

Bir de cinayeti gerçekleştirenler yargılanmadı diye biliyoruz. Bu konuda girişimleriniz var mıdır?

Evet… Babam hapishanede öldürüldükten bir yıl sonra devlet bir soruşturma açtı ama soruşturma sonucunda babamın tutuklama altında öldürüldüğü iddiası mahkeme tarafından kabul edilmedi. Biz şimdi bu yıl davayı yeniden açıyoruz ve babamın ölümünü aydınlatması için kamuoyu baskısı oluşturmaya çalışıyoruz. Üzerinden 50 yıl geçmiş olsa bile ve katiller ölmüş olsa bile devlet babamın katillerini bulmak zorunda…

Bir röportajınızda babanızın hem İhvan-ı Müslimin’i hem de sufi hareketleri yakından takip ettiğini söylemişsiniz. Bu iki farklı çizgi babanızda nasıl birleşti?

Babam İkinci Dünya Savaşı patlak verdiği dönemde yani 1940’larda Hicaz’dayken, oraya Arabistan demek istemiyorum, orada eğitim alırken Arapça yazması ve okuması onun Kutup gibi, İhvan’ın önemli liderlerinden etkilenmesine neden oldu. Özellikle Kutub’un İslam ve Evrensel Adalet adlı kitabı o dönem pek çok insan gibi babamı da etkilemişti. Fakat öte yandan babam bazı öğrencilerini tarikata yönlendirme ihtiyacı da hissetmişti. Çünkü Güney Afrika’da bugün de olduğu gibi pek çok tarikat vardı. Nakşibendilik, Çiştîlik, Kadirilik, Halvetilik ve diğerleri gibi. İmam da bu tarikatlere sempati duyanlardandı. O tarikatlerin toplumun manevi duygularını arttırmada önemli rol oynadıklarını keşfetmişti. Bunun soncunda o da düşüncelerini selefi çizgiden koruyabildi. Örneğin, Endonezya’dan Cape Town’a sürgün edilmiş ve 1699 ‘da vefat etmiş. Şeyh Yusuf El Mekeseri’nin türbesini hayatı boyunca ziyaret etmekten hiç vaz geçmemiştir.

İmam Abdullah Harun
İmam Abdullah Harun

Bence Güney Afrika'daki Şiileşme süreci dışarıdan bir etkinin varlığını ortaya koyuyor

Buna bağlı olarak, Güney Afrika’da sufilik ve selefilik nasıl bir seyir halinde?

Güney Afrika’dan Hicaz’a, Medine’ye eğitim için giden pek çok genç var, elbette Vahhabi ve Selefi düşüncelerden etkileniyorlar ve Cape Town’a geldiklerinde de o düşüncelere göre yaşamaya ve bunu yaymaya devam ediyorlar. Tabii ki Güney Afrika’da sufi değerleri benimseyen insanlar da var. Doğal olarak sufiler ve selefiler arasında anlaşmazlıklar mevcut. Fakat bu iki grup arasında bir köprü kurma niyetinde olan insanlar da mevcut tabii. Sufiliğin ve selefiliğin ikisinin de kabul edilir ve kabul edilmez yanlarını belirterek orta bir yol bulmaya çalışan insanlar bu iki uç arasında denge oluşturmaya çalışıyorlar. Daha önce de söylediğim gibi, İmam da iki yol arasında orta bir yol bulmayı tercih etti.

Mandela ülkenin özgürlük mücadelesini yönetti. Afrika Ulusal Kongresi’ni kurdu. Oldukça da karizmatik bir lider ve tüm ülke insanları için çekici bir figür, onun görüşlerini kabul etmeseniz bile bu böyledir. Bana göre Müslümanlar ona ve onun görüşlerine saygı duyuyor, çünkü o özgürlükçü bir liderdi.


O, sufiliğin de selefiliğin de radikalleşmesine hep karşı oldu. Tuttuğu orta yol içinde asla türbelere ibadet etmedi ama önder olarak gördüğü önemli şahsiyetlerin mezarlarını ziyaret etmeyi de sürdürdü. Bir türbeyi ziyaret ettiğinde bunu oradaki insanı İslam’a yaptığı hizmetlerden dolayı anmak ve ona dua etmek için yaptı. Bu insanları takip etmeyi hatırlamak adına yaptı. Sorunuzun cevabına gelecek olursam, Güney Afrika’ya genel olarak baktığımızda elbette sayıları az olsa da, her iki uçtan da aşırı giden gruplar var ancak genel olarak Güney Afrika’da daha orta bir yol hâkim.

Peki siz sufilik ve selefilik hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ben eğer bir tercih mümkünse, sufileri selefilere tercih ederim ama benim desteklediğim tarikatler Nakşibendilik, Çiştîlik, Kadirilik, Halvetilik gibi tarikatlar. Çünkü bu tarikatlar hayatın akışına müdahale etmeyen ve selefiler gibi her şeyi bidat olarak adlandırmıyor.

Ülkede son dönemlerde artan bir Şiileşmeden söz ediliyor, bu doğru mu?

Bildiğiniz gibi 1979 İran Devrimi’nden sonra Şiilik dünyada hızla yayılmaya başladı. Demokratik yönetim sürecinde de Pakistan’dan Cape Town’a çok sayıda Şii geldi buranın özgür ortamından ötürü ve burada yayılmaya başladılar. Bunu durduramıyorsunuz. Ve yüzde doksan dokuzu Sünni olan bir topluluk bir anda ortaya çıkan Şia ile mücadele etmek zorunda kalıyor… Bu nedenle son beş yıldır Sünniler ve Şiiler arasında yüksek bir gerilimden bahsedilebilir.

Bu sizce doğal gelişen bir süreç mi ve nedeni nedir?

Bence Güney Afrika’daki Şiileşme süreci dışarıdan bir etkinin varlığını ortaya koyuyor; çünkü çok uzun süredir ülkemizin Müslüman nüfusunun çok büyük bir çoğunluğu Sünni’ydi ve toplumda birden ortaya çıkan Şii gruplar akıllara bazı soruları getiriyor elbette.

Erzurumlu Ebu Bekir Efendi Güney Afrika'nın din anlayışında oldukça etkili bir şahsiyet

Geçmişten bugüne Güney Afrika’daki din anlayışında Türklerin etkisinden bahsedilebilir mi?

Elbette... Osmanlı’nın Güney Afrika’yla olan bağı oldukça geçmişe dayanıyor, 1860’lara… Biliyor musunuz bilmiyorum, o dönemlerde Cape Town’a gönderilen âlim Ebu Bekir Efendi, Cape Town’un ilmi geleneğinde ve din anlayışında oldukça önemli bir yere sahip.

Erzurumlu Ebubekir Efendi mi?

Evet, evet. Biliyor musunuz?

Evet, ben de Erzurumluyum oradan biliyorum.

(Gülüyor) Ne güzel tevafuk… Aslında eğer sizinle bu söyleşiyi yapmak için sözleşmeseydik, ben Erzurum Valisi tarafından davet almıştım, şu anda orada olacaktım. Ama nasip, bir dahaki sefere inşallah.

İnşallah… Şunu da merak ediyorum, Güney Afrikalı Müslümanlar için Mandela ne anlam ifade ediyor? Siz ne düşünüyorsunuz hakkında?

Mandela ülkenin özgürlük mücadelesini yönetti. Afrika Ulusal Kongresi’ni kurdu. Oldukça da karizmatik bir lider ve tüm ülke insanları için çekici bir figür, onun görüşlerini kabul etmeseniz bile bu böyledir. Bana göre Müslümanlar ona ve onun görüşlerine saygı duyuyor, çünkü o özgürlükçü bir liderdi. Her ne kadar büyük bir lider de olsa elbette onun da eksiklikleri vardı, bu kaçınılmaz bir durum. Ama biz bu eksikliklerin de farkındayız. Örneğin başa geldiğinde sadece tek dönem yöneticilik yapması ve sonra yerine hemen başkalarının gelmesini sağlaması hataydı…

Güney Afrika neoliberalizmin içine çekilmiş durumda

Bunu şu açıdan sordum, bildiğim kadarıyla, bazı Güney Afrikalı Müslümanlar Mandela’nın Batı’ya teslim olduğunu düşünüyor...

Aslında evet, bu eleştirilerin de haklılık payı var. İlk başta Batı’ya karşı kısa vadeli bir boyun eğiş söz konusuydu. Ancak insanların bunun neden böyle olduğunu da anlaması lazım. O dönem sadece sosyalist politikalar benimsenmiş olsaydı büyük şirketler ülkeden yatırımlarını çekecekti. O da kendince bir çözüm olarak, ekonomik çıkmaza girmemek için bunu yaptı. Ancak en büyük sorun, bugün de baktığımızda hâlâ doğru bir ekonomik sistemin ülkede gelişmemiş olması.

Biz bugün tamamen neo liberalizmin içine çekilmiş durumdayız… Güney Afrika dünyanın en zengin ülkelerinden ama bu zenginlikler nereye gidiyor? Hâlâ zenginliklerin birçoğu belli bir sınıf tarafından kullanılıyor. Neo liberalizmden dolayı bu kaynakların halka dönük bir faydası olmuyor. Bazı devlet adamları o kadar büyük bir kibre sahip ki halkın kaynaklarını çalma hakkını kendinde görebiliyor. Hatta şu anki devlet başkanı Jacop Zuma da yolsuzlukla suçlanıyor. Bu bir çürümeyi gösteriyor. Bu durumların hepsi toplumumuzu umutsuzlaştırıyor. Evet, yönetim olarak demokrasiye, özgürlüğe saygı duyuyorlar, Müslümanca yaşayabiliyoruz ama neoliberal ekonomik politikalardan ötürü büyük bir yoksulluk söz konusu. Tüm bunlar da bizim ülkemizin gerçekleri maalesef…

Babam İkinci Dünya Savaşı patlak verdiği dönemde yani 1940’larda Hicaz’dayken, oraya Arabistan demek istemiyorum, orada eğitim alırken Arapça yazması ve okuması onun Kutup gibi, İhvan’ın önemli liderlerinden etkilenmesine neden oldu.
Babam İkinci Dünya Savaşı patlak verdiği dönemde yani 1940’larda Hicaz’dayken, oraya Arabistan demek istemiyorum, orada eğitim alırken Arapça yazması ve okuması onun Kutup gibi, İhvan’ın önemli liderlerinden etkilenmesine neden oldu.

Babanızın Mandela’yla yollarının kesişti mi, tanışmışlar mıydı? Birbirleri hakkında ne düşünüyorlardı?

Hayır, ama ikisi de birbirini biliyordu. Babam Mandela’ya sosyal adalet için beraber mücadele edecekleri bir arkadaş gözüyle bakıyordu. Mandela da babamı biliyordu ve bununla ilgili kesin bir bilgim olmasa da onun da babama saygı duyduğunu düşünüyorum…

Mandela Filistin’i babam ve arkadaşlarından öğrenmişti

Filistin meselesini Güney Afrika’nın gündemine getiren bildiğimiz kadarıyla İmam Harun’du. 1960’larda editörü olduğu Muslim News gazetesiyle Filistin haberlerini gündeme taşımıştı. Mandela ve arkadaşlarının Filistin’i de ilk kez İmam’dan duyduklarını biliyoruz. İmam, camide yaptığı bir konuşmada Filistin özgür olmadan ümmetin özgür olamayacağını söylemiş, Güney Afrikalıların Filistin mücadelesine destek vermelerini istemişti. Bu konu hakkında konuşsak biraz. Mandela Filistin’i babanızdan mı öğrendi gerçekten?

1948’de babam ve arkadaşlarının bir kongrede çıkıp ilk kez Filistin meselesini konuştuklarını biliyorum… Sorunuzun cevabı evet, ama bunu ülkeye duyuran tek kişi İmam değildi onunla beraber arkadaşları da vardı bu dava için seslerini yükselten… Ama evet, sonuç olarak Mandela Filistin’i babam ve arkadaşlarından öğrenmişti…

Sizce Orta Doğu’da ya da Doğu Türkistan’da yaşananlardan Afrika’nın; Afrika Müslümanlarının yaşadıklarından da diğerler coğrafya Müslümanlarının sağlıklı bir biçimde haberi olabiliyor mu?

Bu soruya da hem evet hem de hayır diyebiliriz. Çünkü bir ülkedeki Müslümanların bir diğer Müslüman ülke hakkında yeterli bilgilere sahip uzmanları olmayabiliyor. Şu bir gerçek ki, eğer bir ülkeyle ilgili doğru bilgiler alabilmek istiyorsak bu konuda uzman insanlardan bilgi almak gerekiyor. Yani bizim daha çok birbirimizin kültürünü ekonomik ve siyasi şartlarını çalışan araştırmacılara ve coğrafyamıza hâkim uzmanlara ihtiyacımız var. Orta Doğu, Afrika ve Asya için… Böyle olursa Müslüman ülkelerin birbiri hakkında doğru bilgileri edinmesi ve daha yakın ilişkiler geliştirmesi mümkün.

Bir coğrafyayı gerçekten tanımamak ne gibi yanlışlıklara yol açabilir peki?

Bakın size bir örnek vereyim Mandela, 1992’de Türkiye tarafından kendisine verilmek istenen barış ödülünü reddetti ve Kürtlerin ayrımcılığa uğradığına vurgu yaptı. Ama aslında Kürtler hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Çünkü gerçekten bilmesi için Kürt sorununun Türkiye’de ne anlama geldiğini analiz edebilmesi ve sağlıklı bilgiler edinebilmesi gerekiyordu. Mandela o dönem yanlış bilgilendirildi.

  • Ben de aynı şekilde Türkiye’ye geldiğimde bunu keşfedebildim. Ben de bilmiyormuşum Kürt sorunu aslında ne olduğunu. Yani burayı tam anlamıyla bilmeden asla gerçekten neyi savunduğunuzu da bilemezsiniz…

Yani Kürt meselesinin dış dünyaya çok farklı yansıtıldığını ve insanların bundan etkilendiğini söylüyorsunuz…

Evet, çünkü Güney Afrikalı politikacılar daha Kürt meselesinin gerçekten ne olduğunu bile bilmezken, Güney Afrika’da Kürtleri destekleyen örgütler kurulmuştu… Bu, hükümetin bu soruna nasıl yaklaşması gerektiğini bilmediğini gösteriyor elbette. Bu, birbirimizin coğrafyalarında aslında neler olup bittiğini bilmemekten kaynaklanıyor. Ben Kürtlere karşı değilim, ama bu propagandaya karşıyım. Yaratılmaya çalışılan Kürdistan fikrine karşıyım. Batı elbette Kürdistan fikrini destekliyor, çünkü Batı Türkiye’nin toprak bütünlüğünü istemiyor. Zaten Kürtler adına hareket ettiğini söyleyen illegal örgütler parayı, silahı nereden buluyor ve bu kadar reklamı nasıl yapıyor diye de sormak lazım. Bu olanaklar bu örgütlere gökten mi geliyor? Bu olanakların geldiği yöne bakıp kimlerin bu coğrafyada neleri planladığını anlayabiliriz. Sonuç olarak birbirimizin coğrafyalarını iyi okuyabilmek için iyi uzmanlara ihtiyacımız var.

Peki günümüzde Müslüman coğrafyalar arasındaki iletişimi sağlayan vakıflar ve uzmanlar yeterli sayı da mı?

Elbette hâlâ ihtiyaç var, ama eskiye göre daha iyi durumdayız. Örnek vermek gerekirse, Prof. Dr. Ahmet Kavas’ın kurduğu AFAM (Afrika Araştırmaları Derneği) gibi kuruluşlar var günümüzde. Profesör Ahmet Kavas, bir Afrika uzmanı ve kurduğu vakıfla Afrika’nın pek çok ülkesi hakkında çok önemli bilgiler üretiyor. Bu da Afrika’yla burası arasında çok sağlıklı bir iletişimin ve ilişkinin kurulmasına sebep oluyor.

Güney Afrika Müslümanlarının Türkiye’ye bakışı nasıl, onlara göre Türkiye seküler bir ülke mi yoksa Osmanlı’nın devamı olan Müslüman bir ülke mi?

Güney Afrika Müslümanları aslında Atatürk’ün devrimlerinden sonra Türkiye’nin hukuksal açıdan seküler bir ülke olarak yapılandırıldığını biliyorlar, ama buna rağmen Türkleri seküler olarak görmüyorlar ve Türkiye’nin İslam dünyası içindeki öneminden de oldukça haberdarlar… Güney Afrika Müslümanları Türklerin İslam anlayışına oldukça saygı duyuyor ve sizi örnek alıyorlar. İran kendini bir İslam ülkesi olarak deklare ediyor ama İran’ın Güney Afrika üzerinde örneklik açısından bir etkisi yok ve hatta herhangi bir Arap ülkesinin de…

Siz bir akademisyen olarak ülkemize dair neler gözlemliyorsunuz peki, son dönemde sekülerliğin arttığı bir toplum olduk çünkü.

Bence hâlâ Müslüman bir toplumsunuz; çünkü burada İslam düşüncesi açısından çok önemli bir birikim ve gelenek hâkimdi ve bundan öyle kolay kolay “kurtulamadılar”.

Baktığınızda sizin çoğunlukta Müslüman bir topluluk olup aynı zamanda seküler bir yönetime sahip olmanız çok ilginç tabii ve elbette kendi içinde epey zorlukları vardır bu durumun, örneğin biz de bunu azınlıkken deneyimliyoruz. Ama bence bu zorluklar da artık Müslümanların baş etmeyi öğrenmesi gereken zorluklar, çünkü sürekli sekülerlikle sınanıyoruz.

Son olarak babanızın yaşarken kurduğu ve Güney Afrikalı Müslümanlara İslam dünyasından oldukça önemli bilgiler ulaştıran Muslim News dergisi şu an da yayımlanıyor mu ya da isteyen eski sayılara ulaşabiliyor mu?

1986 yılında derginin başındaki aile, derginin aynı adla devam etmesini istemedi ve dergi o tarihten beri Muslim Views olarak yayıma devam ediyor; ama teknik olarak aynı dergi. Online olarak da ulaşılabilir durumda, isteyenler kolaylıkla ulaşabilir.