İnsanlar birbirine ancak kurguda tahammül ediyor

Fatma Barbarosoğlu
Fatma Barbarosoğlu

Karantina günlerinde yürüyüş yapmak için en elverişli yerlerin mezarlıklar olduğu haberi yapıldı bilmem hatırlıyor musunuz? Diriler tehlike saçarken "sağlıklı yaşam" için spor yapanlar, mezarlıklara gittiklerini söylediler. Ama öykümüzdeki adamın aynı gün içinde ikinci defa mezarlığa doğru yol alması artık kendi evinde rahat nefes alamadığı için.

Yazar Fatma Barbarosoğlu'yla son kitabı Hatıra Kadar Narin Hafıza Kadar Zalim'deki öykülerinden, "Yokluğun Gecesi Kısa Gündüzü Uzun" üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Tek bir öykü üzerinden salgın günlerini, sosyal medyanın hayatımızda sebep olduklarını, evi, aileyi ve zamanede gençliği ve yaşlılığı konuştuk.

Son kitabınız Hatıra Kadar Narin Hafıza Kadar Zalim, içinde yaşadığımız salgın günlerinin edebiyata yansıyan yüzü... Öykülerin geçtiği zaman pandemi zamanı ama hafızanın bahçesindeki renkler, 1970'ler, 80'ler, 90'lar, anlatıcıların hatıralarına sızarak öykü zamanını oldukça uzun bir döneme yayıyor. Pandemi günlerinin değişik coğrafyalarda, farklı evlerde insanların hissettiği yalnızlığı, yokluğun acısını, sızısını muhafaza altına alıyor. Bu söyleşi için de ahir ömründe çocuklarından mesul olan Kasımpaşalı emekli adamın öyküsünü, "Yokluğun Gecesi Kısa Gündüzü Uzun"u merkeze alalım istiyorum. Ne dersiniz?

Çok güzel... Bir konu, bir öykü, bir şiir, bir anekdot üzerinden yol almayı ben de çok seviyorum. Okuyucuların takip etmesi açısından da iyi bir izlek oluyor, tek tema üzerinden ilerlemek... Diğer taraftan her şeyin hızla değiştiği, sadece temponun konuşulduğu dönemlerde bir konu üzerinde fikir yormak ruha iyi geliyor. Odak noktasında görmek ve anlamak olan her konu, her soruşturma, her tartışma benim için çok kıymetli. Mesela şöyle bir söyleşi ya da dosya konusu çok güzel olurdu: Kültürlerin renkleri adlandırışı. Türkler mavi rengine "gök" diyor ama Araplar aynı rengi suya nispet ederek isimlendiriyor. Bugün biz de suya nispet edilmiş hâlini kullanıyoruz, mavi. Ama Anadolu'da gökyüzüne nispet ile adlandırılmış. Anadolu'da "gök gözlü" tâbiri kullanılmaya devam ediyor. Bir kelime, bir resim, bir cümle üzerinden dün ile günü birleştirmek... Değişimin izini sürmek... Önemli..

"Yokluğun Gecesi Uzun Gündüzü Kısa" adlı öykünüz günümüzün sosyal medya, pandemi ve ekonomik zorluklar kıskacında yaşayan insanına dair bir anlatı. Öykünün başkahramanı olan amcanın ünlü olmasını sağlayan, Taksim Meydanı'nda çektiği "o şey" aslında neyin fotoğrafıydı? Neden böyle popüler oldu o kuşlu fotoğraflar? Neyi temsil ediyor ya da?

Hiçbir şeyi temsil etmiyor. Daha doğrusu temsil etmemeyi temsil ediyor. Son on yılın akşam haberlerini şöyle bir hatırlayın. İtfaiyenin ağaçtaki kediyi kurtarması, on yıl önce haber miydi? Türkiye'de olduysa belki. Ama artık ABD'nin bir banliyösündeki kedi-köpek haberi de "bütün dünyada haber" sayılıyor. Ya da Hindistan'daki mahalli bir olay. Bütün dünya paradigma değişimin arifesinde iken; insanların ekran başında "sıradan olaylar"la, kendi hayatlarından uzaklaştırılmasını yaşıyoruz. "Sıradan insan"a günlük sıkıntıları "sıradan haberler" üzerinden unutturuluyor. Bir yanıyla "ortada kuyu var, yandan geç" anlayışını temsil ediyor bu haber anlayışı, diğer tarafıyla onlarca haber kanalı ve her saat haber içeriği üretilmesinin güçlüğünü aşmak için başvurulmuş pratik bir yöntem. Velhasıl haber saatinin muhtevasını oluşturmak zorlaşınca, "vatandaş haberciliği" devreye giriyor. "70'lik Amca'nın çektiği fotoğraf"ın hiçbir özelliği yok. Hangi vesile ile orada olduğunu bilmediğimiz canlı yayın aracının o sıra Taksim Meydanı'nda olması, "habersiz kalan" haberciler için bir anlamda "ayağıyla gelen haber" olmuştur, büyük ihtimal.

BUGÜN SOSYAL MEDYA ARTIK MİZAHIN ANA MALZEMESİ

Sıradan bir fotoğraf çekme eyleminin viral olması biraz tuhaf değil mi? Öyküde her şey yazılabilir elbet ama...

İnandırıcılık atmosferini inşa etmek şartıyla elbette her şey yazabilirsiniz. Öyküdeki kuşlu fotoğraf sahnesinin viral olmasını esinleyen sahne için sizi 2019 yılına götürmeliyim. Yanlış hatırlamıyorsam, Jamaikalı genç bir kadın elinde mikrofon İngilizce yol tarifi soruyordu. Viral olan videoda, 60'ını devirmiş safça bir adama denk geliyor Jameikalı turistin sorusu. Adam ağzında sakız, turistin sorusunu, kulağında kaldığı kadarıyla papağan gibi tekrarlıyor. Yani sesi geri iade ederek. Ne var bunda? Bu olaya o an tanık olanlar için gülme vesilesi. Ama bu, ana haber bülteninde yer aldı. Güldür Güldür Şov'un 217. bölümünde skece dahil oldu. Bilal Kaptan ağzına sakızı attığı gibi anlamsız sesler çıkarıyor, bu anlamsız seslere de İngilizce diyordu. Mizah yazarının sokaklarda gezinmesine gerek kalmadı, sosyal medyaya yansıyan "sıradan vatandaş" videoları, mizahın malzemesi olarak ziyadesiyle yetiyor. Dolayısıyla benim öykümdeki o sahne Grup Gündoğan'ın Olacak O Kadar için seslendirdiği şarkıdaki o cümle gibi:"Niyetimiz kimseyi kırmak değildir/ Şuradakini buraya koymak değildir/Arada bir zülfüyâra dokunduk/Tam yerine rast geldi manzara koyduk."

ÖYKÜYÜ YAZMAMA OKUDUĞUM BİR TWEET NEDEN OLDU

"Taksim Dayı" İngilizcesi adıyla viralleşen vidyoyu seyredince "Buradan bir öykü yazmalıyım" diye mi düşündünüz?

Hayır, hayat sahneleri öykülerime ben farkında olmadan sızar. Yazmak istediğim esas meselenin atmosferini inşa eder. "Yokluğun Gecesi Kısa Gündüzü Uzun" öyküsünü yazma sebebim karantinada kaldığımız, sosyal medyada özellikle medyatik kişilerin evlerinin geniş bahçelerini başkalarının gözüne gözüne soktuğu "evim evim güzel evim" paylaşımlarının olduğu dönemde, bir Twitter kullanıcısının kuzeninin gecekondusunun bahçesini Instagramcılar için fon hâline getirip kiraladığını anlattığı cümlelerine rastlamam ile başladı. Onun "kuzen hikayesi" hiç inandırıcı bulunmuyordu. Bu tweet'i zihnime "fenomen bahçe" olarak etiketledim. Sonra kendimi bu öyküyü yazarken buldum.

Başkaları kuzenin bahçe hikâyesini inanılmaz bulurken sizi buna ikna eden, anlatılanı inanılır bulmanızı sağlayan neydi?

Kuzguncuk'a yolunuz düşmüştür ve görmüşsünüzdür, "Burada fotoğraf çekilmesi yasaktır" gibi yazılar var "şık bahçe kapıları"nın önünde. Hatta "Burada düğün fotoğrafı çektirenler bir yıla kalmadan boşandı" yazılarını bile görmüştüm. Instagram hesabını "beslemek" kolay değil. Üç ay boyunca her yer kapalı olunca Instagram hesabı olanlar için "fenomen bahçe" çarpıcı bir fikir diye düşündüm.

Her teknolojik gelişme evin içine başkalarının gözünü ve başkalarının sesini dâhil etmeye devam ediyor.
Her teknolojik gelişme evin içine başkalarının gözünü ve başkalarının sesini dâhil etmeye devam ediyor.

"HAYAT EVE SIĞAR" SÜRECİNDEN ÖNCE "HAYAT EKRANA SIĞAR" SÜRECİNE GİRMİŞTİK

Öyküdeki eve ilk baktığımızda 1990'lara kadar sıklıkla rastlanan o iç içe geniş aile yaşantısını görüyoruz. Ama değişen bir şeyler var o evde. Sizce o evde ve diğer evlerde değişen tam olarak ne? Ebeveynlerin otoritesi mi, aile bireylerinin ilişkisi mi, birey olmanın anlamı mı?

Sizin yaşınız genç olduğu için 1990'lara kadar gidebiliyor hafızanız. Esasında o iç içe geçmişlik, kırsal kesimin şehre gelmesi ile başlıyor. Kim hangi tarihte geldiyse o tarihten itibaren başlatılabilecek bir süreç. Şehirlerdeki gecekonduların inşasını 1950'lerden başlatanlar olduğu gibi gecekondulaşmanın esas artışının 1970'ler olduğunu kabul edenler de var. Biz 1839'dan bu yana değişimin içindeyiz. O dönem matbuat modernleşmesini yaşadık.1970'lere ve 80'lere, köyden kente göç, ekran modernleşmesi, terör olayları damgasını vurdu. 2010 yılından itibaren dijital modernleşmenin içindeyiz. Tarihte ilk defa şehirli nüfus kırsaldaki nüfusu geçti. Değişimi son bir kaç yılın izinden takip etmek istersek değişimin ana izleği, elbette, 2010 yılından itibaren hayatımıza dahil olan akıllı telefonlar ve internet erişimi. Akıllı telefonların hayatımıza girmesi ile beraber "Hayat telefona sığar" frekansında yaşamaya başladık. Pandemi günlerinin "Hayat eve sığar" sloganından önce "Hayat ekrana sığar" sürecine girmiştik zaten. Pandemi sürecinde daha yoğun bir "ev hâli" paylaşımına muhatap olduk. Evin mahremiyeti kameraların evin içine girmesi ile birlikte aşama aşama imha oldu. Fotoğraf makinesi, televizyon, cep telefonu... Evimizin güvenliği, sokağımızın güvenliği derken, hayatın her alanına dahil olan gözetleme teknolojileri ile kuşatılmış olduk. Her teknolojik gelişme evin içine başkalarının gözünü ve başkalarının sesini dâhil etmeye devam ediyor.

Peki, öyküdeki aile için değişen ne oldu tam olarak?

Öyküdeki anlatıcı 70 yaşını aşmış emekli bir adam. Kasımpaşa'da bir bahçenin içinde üç tane müştemilattan oluşan bir mülke sahip. Oğlunu ve kızını üniversitede okutmuş. Tam, emekli maaşı kaşık düşmanı ile bana yeter ferahlığına erişmiş iken oğlu ve kızı işten atılıyor ve baba evine sığınıyorlar. Çünkü bir türlü ataması yapılmayan oğlu oturduğu evin kirasını ödeyemeyeceği için baba evine sığınıyor, kızı kredi borcunu ödeyecek gücü kalmadığı için eşyalarını bir depoya taşıyarak baba evine sığınıyor. Bu esnada evini yarı eşyalı olarak birilerine kiraladı belki kızı, bilmiyoruz. "Köy köy üstünde olmuş, ev ev üstünde olmamış" sözünün izinde ilerliyor âdeta olaylar. Bir anlamda herkes evinden oluyor. Öykünün anlatıcısı emekli adam için değişen ne oldu kısmını konuşacak olursak... Turist ailenin fotoğrafını çektikten sonra haber olmasıyla birlikte çocuklarının ve torunlarının gözünde "fenomen adayı" ilan edilmesiyle yersiz yurtsuz kalıyor adam. Hem zamanın dışına düştüğünü hissediyor hem de mekânın. Zamanın ve mekânın dışına düştüğünü unutacağı tek eylem, uyumak. Adam için gece çabuk bitiyor. Onun için "yokluğun gecesi kısa" diyor.

Çocukları ve torunları yaşlı amcayı fenomen edemiyor ama kızı gecekondu bahçesini "fenomen bahçe" hâline getirmek için seferber oluyor. Karantina günleri bir avuç toprağı kıymetli kıldı, öyle değil mi?

Evet. Salgın günlerini inşallah geride bıraktıktan sonra hayatımızdaki pek çok şeyin sıralamasının değişmiş olduğunu fark edeceğiz. Sürecin içindeyken bile "uzaktan çalışma" şartlarına maruz kalan beyaz yakalı genç ebeveynler, büyük şehirlerde küçücük evlerde hapis kalmaktansa, Anadolu'nun küçük bir şehrinde bahçeli evlerde yaşama hayali kurmaya, bu hayali gerçekleştirmek için plan yapmaya başladılar. Yazları köyünde, kışları şehirde geçiren köy kökenli yaşlılar, pandemi dolayısıyla şehre dönmemeyi tercih eder hâle geldi.

Yaşlı adamın kızının, yaşadıkları gecekondunun bahçesini saatlik olarak kiralaması çok ilginç bir girişim. Sosyal medya ve nesiller arası uçurum için çarpıcı bir örnek.

Kapitalizm öncesi toprak çok kıymetliydi. Adam için bu kıymet sürüyor. Toprağı toprak olarak seviyor adam. Daha çok para kazanacağı, kâr elde edeceği bir değiştokuş nesnesi olarak görmüyor. Ama çocukları özellikle kızı için satılabilecek her şey satılabilir. Fenomen olması mümkün ise o hâlde fenomen olması için her şey yapılmalıdır anlayışına sahip kızı.

Yaşlı baba çocuklarının kendisini beğenmediklerini düşünüyor. Çocuklarının kendisini turist ile birlikte haber olduktan sonra, yani ekranda gördükten sonra fark ettiğine inanıyor. Böyle mi sahiden, en yakındakiler birbirini sosyal medya üzerinden mi takip ediyor? Görüyor?

İnsanlar artık birbirine "doğal olarak" değil, "terapi dizileri"nin bu kadar tutmasının sebeplerinden biri de bu. Ekrandaki ile en yakınındakini özdeşleştirmek. En yakınındakini, dizideki "sorunlu" profiline yerleştirmek. Dolayısıyla o diziler "şifa" değil, teşhis daha doğrusu yargı dağıtıyor.

Kasımpaşalı emekli amca, çocuklarının ve torunlarının sözüne ikna olup sosyal medya hesabı açsa idi sizce fenomen olur muydu?

O sosyal medya hesabı açmaya kolay ikna olmayacaklardan...

Bir zamanlar ergenler için söylenen, otoritenin işine geldiği noktada çocuk, işine geldiği noktada genç kabul ettiği arada kalmışlığa günümüzün yaşlı kuşağı muhatap artık. Yaşlılık nerede başlıyor sorusuna net olarak bir cevap vermek pek mümkün değil.

GÜNÜMÜZ İNSANLARI İÇİN ÖNEMLİ OLAN DİLE DÜŞECEK BİR ŞEY YAPMAK

Sizin öykünüzdeki yaşlı adam sosyal medyaya uzak duruyor. Bilinçli olarak mı uzak duruyor yoksa bilmediği için mi uzak duruyor, öykü bizi bu konuda bilgilendirmiyor...

Adam derinliğini bilmediği sularda yüzmeye kalkmayan tipik bir sözlü kültür insanı. Akışkan dönemin insanları için ortamın sıhhati önemli değil, önemli olan dile düşecek bir şey yapmak. Eski insanlar için dile düşmek kötü bir şeydir. Dile düşmektense kör kuyuya düşmeyi tercih eder geleneksel toplumların insanı. Yaşlı adamın anlayamadığı bu işte. "Terzi Hüseyin Amca"nın sosyal medya paylaşımlarına çocukları ve torunları hayranlıkla bakarken; o "terzi Hüseyin" in ahir ömründe kendisini rezil etmesi olarak bakıyor o fotoğraflara/ paylaşımlara...

ZAMANE YAŞLILARI, "YAŞLANMA HAKKI"NI KAYBETTİ

Sosyal medyaya bilinçli olarak uzak duran yaşlılar ile bilmediği atmosfere hızla dâhil olan yaşlıların ortak noktası ve farklılıkları nedir sizce? Yaşları aynı olsa da dâhil oldukları mecralar üzerinden farklı özellikler gösteriyorlar mı?

Türkiye gerçeği üzerinden bakacak olursak günümüzün yaşlıları, "yaşlanma hakkı"nı kaybeden ilk kuşak olarak karşımıza çıkıyor. Bir zamanlar ergenler için söylenen, otoritenin işine geldiği noktada çocuk, işine geldiği noktada genç kabul ettiği arada kalmışlığa günümüzün yaşlı kuşağı muhatap artık. Yaşlılık nerede başlıyor sorusuna net olarak bir cevap vermek pek mümkün değil. Yirmi yıl önce 65 yaş, ununu elemiş eleğini duvara asmış kabul ediliyordu. Tüketim kültürü "ikinci bahar" etiketi ile ekonomik geliri yüksek yaşlıları "başkaları"ndan ayırıyor artık. Günümüzde yaşlılığı ön yaşlılık, orta yaşlılık ve son yaşlılık diye bölümlendirmemiz gerekiyor. Ekonomik kriter olarak emekli olamayanlar, emekli olanlar, emeklilik maaşına hiç ihtiyaç duymayanlar olarak da yaşlıları ayırmamız gerekiyor. Zaman açısından kendini meşgul edenler ve edemeyenler olarak keza. Yaşlılık sosyolojisinin geçmişi ülkemizde çok yeni, ama hızla ilerliyor çalışmalar.

"Kızlar büyüdükçe analarına yakın, oğullar büyüdükçe babalarına hepten uzak oluyorlar. İbret işte." diyor öykünün kahramanı yaşlı amca. Böyle mi sahiden?

Babalar oğullarıyla iş tutmayı bıraktığından bu yana bu böyle esasında. Biliyorsunuz kırsal kesimde eskiden kızlar gelin olunca, evden uzaklaşmış oluyor, erkekler geniş aile içinde evde kalmaya devam ediyordu. Öykümüzün kahramanı emekli amca bunu yeni fark ediyor. Başlarına gelen karşısında karısı çözüm bulmaya, horantanın karnını doyurmaya uğraşıyor. Çünkü karısı eskiden yaptıklarını yapmaya devam ediyor. Ama çocukları adamdan fenomen olmasını istiyorlar. Neden? Çünkü birden para kazanacaklar. Adama çocuklarını uzak eden, birden para kazanmak için kendisinden olmayacak bir şey talep etmeleri.

Yaşlı adam sanki ailesine biraz uzak durmuş gibi. Kızının adını söylemekten geri durması. Kızının adını sadece bir yerde anıyor galiba. Neden?

Adam kızının adını söylemekten neden geri duruyor? Neden sürekli "kızım kızım" diye bahsediyor, çünkü kızı ebeveynlerinin koyduğu ismi değiştirmiş. Refika olan adının içinde kendini iyi hissetmemiş belli ki. Kendine yeni bir isim bulmuş: Ebru. Baba bu ismi söyleyemiyor, kulağına ezan ile okunan isim bu değildi diye düşünüyor büyük ihtimal...

KENDİ HAYATI ÜZERİNDEN "HİKÂYE SATMAK" FİKRİ ESKİ İNSANA ÇOK UZAK

Yaşlı adam ayın mekânı paylaştığı ailesi ile aynı zamanı paylaşamıyor bir türlü. Dilini bilmediği bir dünyaya düşmüş sanki. Özellikle karşı cinsteki değişimi anlamlandırmakta zorluk çekiyor gibi: "Eski kadınlar başka. Lakin yeni kadınlar daha bir bambaşka; akıl sır ermiyor. Benim kız... Hele de onun kızı. Ne dediklerine aklım eriyor ne yaptıklarına." (s.118)

Adam "yeni ekonomi" denen şeyden hazzetmiyor. Kendi hayatı üzerinden "hikâye satmak" fikri adama çok uzak. Kızı "Yeni ekonomi böyle bir şey baba, rezil ya da vezir olmak diye bir şey yok" diyor kızı. Paranın nasıl kazanıldığının önemini kaybetmesi, adamı yaşadığı dünyanın dışına itiyor. Adam kendi evinin içinde aidiyet damarlarını bir bir yitiriyor. Çünkü torunlarına dahi kendi iyi bildiğin şeyleri nakletme hakkına sahip değil.

Kelimeler adamın gönül dünyasında başka çocuklarının dünyasında başka. Adam için misafir baş tacı. Ama kızı misafir için sıfat ekliyor: Profesyonel misafir. Yaşlı adamın dünyasında isimler değişiyor, fiiller değişiyor. Değişimi niye sadece yaşlı adam hissediyor. Ondan yedi yaş küçük olduğunu anladığımız eşi ne hissediyor? Öyküde neden sadece adamın duygularına tanıklık ediyoruz?

Kelimeler bize hem hayatın değişim hızını gösterir hem de sanki bizi değişmediğine ikna eder. Kelimeler ses olarak aynı kalsa da muhteva olarak değişir. Çünkü duygular değişir. Çocukları için "takipçi" makbûl bir şey. Adam için kötü bir şeye karışanlar takip edilir. Ya da kötü niyetli insanlar birilerini takip eder. Kelime aynı ama kelimenin işaret ettiği anlam bambaşka. Adam için kendi eşiğinden geçip gelen kişi misafir ve baş tacı. Bereketiyle gelen birisi, misafir. Misafir kelimesinin başına eklenen "profesyonel" sıfatı adam için hiçbir şey ifade etmiyor. Bahçesinde oturdu, bir kaç fotoğraf çektirdi diye birilerinden para almak. Bunlar adam için anlaşılabilir şeyler değil. Karısının duygularına tanıklık etmiyoruz. Çünkü öyküyü anlatan adam. Adam karısını da çocuklarının safında görüyor. Öykünün satır arasından bunu hissediyoruz sadece.

Öykünün sonunda evinde kendisine yer bulamayan adam mezarlığa geri dönüyor? Mezarlığın en ferah yer olması...

Karantina günlerinde yürüyüş yapmak için en elverişli yerlerin mezarlıklar olduğu haberi yapıldı bilmem hatırlıyor musunuz? Diriler tehlike saçarken "sağlıklı yaşam" için spor yapanlar, mezarlıklara gittiklerini söylediler. Sırtında eşofman, ayakta spor ayakkabılar tam teçhizat mezarlıkların arasında koşarken fotoğraflarını paylaştılar. Ama öykümüzdeki adamın mezarlık ziyareti, "daha sağlıklı yaşamak" için spor alanı olarak kullanılmak üzere değil. İlk gittiğinde ebeveynlerini, büyük ebeveynlerini ziyaret etmek için gitmişti büyük ihtimal. Aynı gün içinde ikinci defa mezarlığa doğru yol alması artık kendi evinde rahat nefes alamadığı için. Kızıyla gelininin arası "fenomen bahçe" yüzünden açıldığı için...