İsmet Özel bize yalan söyledi mi?

Doğruyu kriz zamanında görürüz. Açık, seçik ve yalındır. Sektörleşemez çünkü karşılığı soyut takdirdir.
Doğruyu kriz zamanında görürüz. Açık, seçik ve yalındır. Sektörleşemez çünkü karşılığı soyut takdirdir.

En kötüsü ise doğruyu sahiplenen kötünün, yapıp ettiğidir. Doğru veya gerçek bir kötünün himayesine girmez ama, onun aktarıcısı olarak kötüyü bir referans hâline getirebilir. Adam kötü ama doğruyu söylüyor. Söylemiyor aslında. Doğrudan istifade ediyor.

İsmet Özel bu yazının konusu değil aslında. Ama bu tarz başlıklar atıp, masayı devirerek söze başlamak da ondan bize miras kaldı. Ortada devrilecek bir masanın olmaması dışında görünen bir sorun yok. Bilgisayarın ekranında bir masa tasarımı var. Hatta bir masa tasarımının sallanan sesi var. Onu ayağımla da deviremem. Ama sonunda İsmet Özel'e uğradığımız bir yazı olacak. Konunun bahsi yalan. Bize gerçekleri öğreten adamdan başladım. Günlerdir şeyi düşünüyorum: Türkiye'de yaşıyor olmak acaba bize öteki tarafta bir avantaj sağlar mı? Ek puan gibi. Yaşadığımız olaylar, hissettiğimiz şey filan. Sonra iki şey burada beni donduruyor: Yalan söylüyor oluşumuz ve faize bulaşıyor oluşumuz. Faiz bu yazının konusu değil ama yalan hakikaten üzerinde çok düşünmemiz gereken bir mesele. Çözümü için teknik yahut matematiksel bir çözüm bulmamız da gerekmiyor. Zaman ve para anlamında maliyetsiz bir şey.

Yalanın bizim toplumumuzda fazla başvurulan bir yöntem olup olmadığını anlamak için elbette hemen mukayese yapıyorum. Bu mukayesede de Avrupa ve Orta Doğu geliyor aklıma. Avrupalıları arkadaşlarımdan, Orta Doğu toplumlarını da yakinen biliyorum. Gariptir ama her iki toplulukta da yalan miktarı bizimkine kıyasla daha az. Eee noldu bizim Türklere? Dünyanın merkezi olan bize. Bütün dünyaya huzuru götüren, garibanı kollayan, zalimi tokatlayan, sömürgecilerin internet sitesini hackleyip bayrağı dalgalandıran Türklere ne oldu?

Elinin körü oldu diyesim geliyor. İşte yukarıdaki paragrafın son cümleleri oldu. Anne, çocuğunu kendi babasının yanında sevemedi. Babannem mesela babasına baba değil de amca demiş. Niye diye soruyorum, ayıptı o zaman diyor. Ortaokul ve lisede sürekli Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u aldığı yaşla yapılan versuslar filan. Şu an düşünüyorum da harbiden iyi yaşamışız manyakların arasında. Avrupalı bir gencin yalan söylemesini gerektirecek zorlukta örfleri yok mesela. Şunu yaparsam ve söylersem şu olacak veya dışlanabilirim vesaire gibi korkular. Hadi diyelim Müslüman oluşumuzla ilgili olduğunu farz edelim. Diğer Müslüman topluluklarda da bu yok. Adamın yalan söylemesini gerektirecek saçmasapan bir hiyerarşik sistemi yok. Galiba biraz da bütün bu ekstraların birleşimi olunca Türk oluyoruz. Türk'e güncelleme gelmedi mi? Bu hiyerarşik düzen modernlik öncesi zamanda dünyaya sahip olmamızı sağlarken, bugünse bir psikiyatriste sahip olmamıza sebep oluyor. Yalan kavramı bu yüzden tarih anlatısıyla, eğitimle, şehirleşememiş ama buna rağmen ölümüne şehirde yaşamak isteyen insanların saçma örfüyle işliyor. Olabildiğince sessiz, günün kaosundan kurtulup güvenli eve dönüşümüzde bizi bekleyen, bizi en rahat ve emniyette hissettiğimiz yerde yakalayan yalan. Bunun yanında yalanı ortaya çıkaran tek sebep, elbette dili yenilenmemiş, paslanmış bir örfe benzeyen bu alışkanlıklar değil. Başa birçok kavram da var. Mesela modern hukuk gibi.

Yalandan önce yalanı oluşturan sebeplere eğilmek hepimiz için en sağlıklısı galiba. İnsanları yalandan çekip çıkartamazsınız. İnsanlar veya topluluklar, düzeltilme refleksiyle kişiliklerini onarmıyorlar. İnsanın veya eşyanın yöntemi basit: Benzeşmek. Benzeşerek iyileşiyoruz ya da kötüleşiyoruz. İyi yoksa, benzenilebilecek bir şey de yok. Bununla da kalsa keşke. En kötüsü ise doğruyu sahiplenen kötünün, yapıp ettiğidir. Doğru veya gerçek bir kötünün himayesine girmez ama, onun aktarıcısı olarak kötüyü bir referans hâline getirebilir. Adam kötü ama doğruyu söylüyor. Söylemiyor aslında. Doğrudan istifade ediyor. Bunun bir sonucu olarak da neyle karşılaşıyoruz? Kötünün karşıtları olan iyiler, bir süre sonra, doğruyu veya gerçeği, kötünün üzerinden algılayıp, yalana veya yanlışa yönelmiyorlar ama gerçeğin veya doğrunun tali yoluna sapıyorlar. Bu da bir nevi masum gibi görünen başka bir hataya sebep oluyor. Ne çok kavram oldu di mi?

Doğrudan evin içi ve dışı iç içe bir şekilde değişime uğruyor. Bu da yalanın biçimini etkiliyor elbette. Mesela şöyle söyleyebiliriz bugün: Erkekler yalan söyler ama kadınlar inandırır.

Bir de toplumsal rollerimiz var. Önceden erkeğin sosyal hayata kadına göre daha fazla müdahil olması, erkeği evdışı/yabancıyla olan iletişiminin gereği olarak yalanla daha çok içli dışlı hâle getiriyordu. Dışarısı her türlü şekilde absorbe edilir ve içeri yani eve dönülürdü. Kadınlar da şimdi sosyal hayatta erkekler gibi faal durumdalar. Yani erkeğin dışarıyı absorbe etme uğruna kullandığı yalanlar, toplumun bir zinciri olarak kadını da etkiliyor. Doğrudan evin içi ve dışı iç içe bir şekilde değişime uğruyor. Bu da yalanın biçimini etkiliyor elbette. Mesela şöyle söyleyebiliriz bugün: Erkekler yalan söyler ama kadınlar inandırır. Yalanın ortaya çıkması için en az iki kişi lazım. Kendi kendimize yalan söyleyemeyiz. O artık bizim gerçeğimiz hâline gelir. Yalanın büyük bir sorun olmasının bir başka nedeni de yine ötekiyle olan ilişkisidir. Yalan ötekiyle başlar ve kendisine konak arar. Sonra çoğalmaya başlar adet hâline gelir. Türkiye'de bütün işler yarın akşama kadar bitmek zorundadır mesela. Neden? Yalan adet hâline gelmiştir. Yalanın adet hâline gelmesinin sebebi de işlerin yetişmesine olan güvensizliktir. Ve gerekli de bir yalandır. Haklı değildir orası ayrı. Yalanın kendisi bir güvensizlikken, çıkış sebeplerinden bir tanesi de yine güvensizliktir anlayacağınız.

Doğruyu kriz zamanında görürüz. Açık, seçik ve yalındır. Sektörleşemez çünkü karşılığı soyut takdirdir. Ve belki de bir 15 saniyelik "hmm" dan oluşan bir baş sallamasıdır karşılığı. Bundan şikâyetçi miyiz? Elbette hayır. Doğrunun yapısı böyledir zaten. Talip olunur, gündelik değildir. Yerleşecek konak aramaz. Sessizce bekler. Sessizce beklemesiyle kendi kendine atıf yapan bir kıymeti vardır. Doğa olayı gibidir. Kimsenin kontrolü altında değildir. Dediğim gibi kriz zamanında dikkat edilir. Doğru kendi kendine donuk varoluşuyla değil, var olmasını yalana müdahale üzerinden kurmasıyla var olur. Onu böyle anlayabiliriz. Bize doğrunun önündeki engelleri gütmeyi değil de kovmayı öğreten, hatta kovmaya tenezzül etmeden onu ilgisizlikle imha etmeyi öğretmeye çalışan İsmet Özel'in Millî Gazete' de yayınladığı son yazısını ara ara açıp okurum. Ne demişti İsmet Özel o yazısında:

"Neydi gazete yazısı yazmamdaki ahlâki gerekçe? İslamî siyaset yaklaşımı başını dik tutmak istiyorsa, ona destek olmaktı. Çok önemli ve işlev değeri çok yüksek bir işe giriştiğimi düşündüm. Yıllar ve yıllar boyunca çabalarımı hafife almadım. O kadar ki benden başka bir başka kalemle ikame edilebilecek bir tek satır yazmadım. Devran döndü ve benim niyetlerimle olduğu kadar, benim ciddiyetimle ortamın ahvali arasında herhangi bir irtibat bulunmadığı ortaya çıktı."

İsmet Özel'in bütün bunları 2003 senesinde fark ettiğini düşünebiliyor musunuz? O şiirleri ve yazıları yazan şairin, 2003 senesinde irtibatın bulunmadığını anlaması mümkün mü? İsmet Özel'in bunu ilk anladığı zamanı asla bilemeyeceğiz. Ayrıca İsmet Özeli'in ondan önce gelen bir İsmet Özel'i de yoktu. Ama anladığı zamanla / harekete geçtiği zaman arasındaki "vîrân olası hânede evlâd u ıyâl var" durumu, geriden gelen neslin de bu bahaneyle birçok şeyi meşru görmesine sebep oldu. Bu yazı ve yüzlerce isim de o meşruiyet alanındadır mesela. Ekmek parasındadır. Bu küllün yalan mı yoksa gerçeğin küllün tali yolu mu?