Kavramlar kelimeler ve acaip hakikatler: Helak edilen şehir: Kasira

Helak edilen şehir: Kasira
Helak edilen şehir: Kasira

Asa taşıyan ve yavaş yavaş şehrin sokaklarını adımlayan adam, ne hayvanatın, sübyanların heyecanını ne de şehrin insan sakinlerinin cehaletini umursadı. Gözlerini rengârenk kapılardan ayırmadan ilerledi.

Bundan yüz yıl önce Kasira’ya bir adam geldi. Asırlar önce koşarak gelen bir başka adamın ayak izlerini takip ederek. Doğru duydunuz, ne zaman bir Allah kulu, sırtında O’nun emanetiyle bir şehre yaklaşsa, cesaret ve doğruluk timsali o adamın ayak izlerinden bir yol açılır.

“Şehrin en uzak ucundan” merkeze doğru. Kasira’nın misafiri de şehrin merkezine doğru izleri takip ederek yürüdü. Kırlaşmış saçları geniş omuzlarına uzanıyordu. Sırtındaki gri renkli harmani, uzun yolculukların izlerini taşıyordu. Kol uçlarındaki sökükler, eteklerindeki küçük yırtıklar, dikiş izleri, kumaşın üzerindeki yamalar, elbisenin hikâyesinin de en az sahibi kadar gizemli ve derin olduğunu işaret ediyordu. Elinde uzunca bir asa vardı. Hep olmaz mı?

Kasira’nın misafiri de şehrin merkezine doğru izleri takip ederek yürüdü. Kırlaşmış saçları geniş omuzlarına uzanıyordu. Sırtındaki gri renkli harmani, uzun yolculukların izlerini taşıyordu.

Adam, portakal bahçeleri, bereketli toprakları, rengârenk kapıları ve insanlarının neşesiyle meşhur Kasira’nın dar sokaklarında içi açılarak, arınmış solumalarla, sağlam ve hafif adımlarla, kapıları gözlemeyi ihmal etmeden yürümeye devam etti. Aradığı bir kapı var gibiydi. Hep olmaz mı? Doğru olanı; gönderildiği evi; sözü taşımayı hak edeni; emaneti paylaşmayı dileyeni; dileyecek olanı; gönüllü olanı; layık olanı; kendisine ihsan edileni arar gibiydi. Arayışı, insanların aksine onun gerçek kimliğini sezen mahlûkatta büyük bir heyecan dalgasına sebep olmuştu... Sokağın başından kafasını uzatıp tek gözle adamın harmanisini izleyen yaşlı kara köpek kulaklarını dikti. Portakal ağaçlarının dallarında seken serçeler pırr diye havalandı. Gökyüzünde süzülen kartal daha geniş daireler çizmeye başladı. Ağzında boyunun iki katı bir çöp taşıyan karınca nasibini bırakıp adımlarını sıklaştırdı. Safını belli etmek için olsa gerek. Hep öyle olmaz mı?

Karıncayı ezmeyim diye aniden ayak değiştiren doru at başıyla sert bir selam verdi. Yolun iki yanına serazad yayılan yaban çiçekleri boyunlarını misafire doğru uzattılar. Belki rüzgâr… Saçmalama! Şehrin yeni misafirinin göründüğünden azametli ve soylu olduğunu anlayamayan sadece şehrin sakinleriydi. Hep öyle olmaz mı?

Bir dakika! Şu annesinin kucağında ağlayan çocuk, hıçkırıklarını bu yüzden mi kesti acaba, elindeki dal parçasıyla evin kedisini köşeye sıkıştırmaya çalışan haylaz, tam misafir yanından geçerken sopasını arkasında neden sakladı? Parça kumaşlardan yapılmış bez bir bebekle oynayan şu bukleli sarı saçlı kız çocuğunun yüzü neden ışıldadı? Galiba çocuklar da…

Adam uzaktan onu izleyen hayvanlara, ona muhabbetle, beklentiyle bakan çocuklara telaşlandığını belli etmedi.
Adam uzaktan onu izleyen hayvanlara, ona muhabbetle, beklentiyle bakan çocuklara telaşlandığını belli etmedi.

Asa taşıyan ve yavaş yavaş şehrin sokaklarını adımlayan adam, ne hayvanatın, sübyanların heyecanını ne de şehrin insan sakinlerinin cehaletini umursadı. Gözlerini rengârenk kapılardan ayırmadan ilerledi. Bir müddet sonra bakımsız, soluk kırmızı renkli o evin eşiği önünde durdu. Kapının önünde sırtındaki çuvalı… Sırtında bir çuval vardı, misafir de çuvalın varlığını tam o sırada fark etmiş gibiydi, onca yol boyunca, onca macera, onca susuzluk, açlık çekerken… Çöller, göller, dağlar aşarken nasıl… “Hay Allah” dedi. Sırtındaki çuvalı kapının önüne bıraktı. Asasıyla kapıya vurdu: “Açın!” Üçüncü vuruşundan sonra kapı açıldı.

  • İçerden somurtkan, asık suratlı, memnuniyetsiz bir kadın çıktı. Görmedi. Adam seslendi duymadı. Asasını gözlerinin önünde şöyle bir gezdirdi. Kadının kılı kıpırdamadı. Adamın içinden geçerek sokağa doğru adım attı, bakındı.

Adam uzaktan onu izleyen hayvanlara, ona muhabbetle, beklentiyle bakan çocuklara telaşlandığını belli etmedi. Yandaki evin kapısını çaldı. Huysuz bir ihtiyar, sonraki ev, şişman bir kuyumcu, sonraki işveli bir dilber, sonraki hasis kuyumcu, yeni evli kabadayı, sefere hazırlanan piyade… Misafir, şehrin bütün kapılarını tek tek denedi; ona yol gösteren ayak izleri silinip kaybolana kadar. Çok denedi, yine denedi, hüsran! Çocuklar ağlamaya, hayvanlar gelişini önceden sezdikleri bir yangından kaçar gibi kaçışmaya başladılar. Adam sırtındaki çuvalın ağırlığını her adımda biraz daha fazla hissediyordu. Son evin eşiğine çöküp göğe baktı. İze baktı. İz kayboldu, gök karardı. Adam dudakları kıpırdayarak emaneti sırtlanıp üzüntüyle Kasira’yı terk etti.

Yüz yıl önce Kasira’ya bir adam geldi. Şehrin en uzak ucundan, yalnız kendisine gösterilen ayak izlerini takip ederek sırtında bir emanetle merkeze doğru yürüdü. Onu kimse fark etmedi. Emaneti teslim edemeyen misafir, sırra karıştı. Bugün sokaklarında hâlâ insanlar yürüse, evlerinin bacalarında dumanlar tütse de kapılarının renkleri gitgide solan Kasira şehri tam yüz yıl önce helak edildi. Yalnızca helak edildiğinden henüz haberi yok. Hep öyle olmaz mı?