Keşfedecek bir şeyi kalmayan şiir yazamaz

Balazs Szölössy
Balazs Szölössy

Türkiye geçmişten bugüne çok kültürlü yapısını koruyor ve bu sayede de "Doğu ile Batı arasındaki köprü olma" sıfatını herkesten çok hak ediyor. İnanıyorum bundan 20 yıl sonra da bu böyle olacak. Evrensel olarak "kültür"ün ne olduğunu anlamada dünü, bugünü ve yarınıyla çok ilginç ve anlamlı bir örnek Türkiye.

Macaristan'ın önde gelen şairlerinden Balazs Szölössy ile Macar edebiyatından Türk edebiyatına doğru yol alan bir sohbet gerçekleştirdik. Bir şair ve çevirmen olarak Szölössy, Macar Türkoloji ekolünün edebi anlayışı üzerindeki etkilerini ve çevirmenin hedef dildeki kültürü tanımasının edebiyata katkılarını konuştuk.

Gerek sosyal medyada gerekse günlük hayatta veya edebi eserler ile olsun, herkesin her an bir şeyler söyleyip ürettiği bir ortamda/zamanda şairin sözünü değerli kılan nedir? Onun sesi tüm bu kalabalığın arasında nasıl ayrışabilir?

Bunun özellikle son zamanlarda Türkiye'de ve Macaristan'da da çok konuşulan bir konu olduğunu düşünüyorum. Bu sorunuz biraz "hızlı dünya, dijital dönem" vb. gibi konuları da kapsıyor. Fakat sadece yaşadığımız dönemde değil, tüm zamanlar boyunca dünyadaki bağrış çağırışların, daha basit olan ve asla şiir kadar derin olmayan bir sürü şey arasında şiiri dinleyenler ve şiiri yazanlar vardı. Yani aslında her dönemde şiir ve şair görevini aynı şekilde yürütüyordu. Şiirin sesini dinleyen, dinleyebilen dilde derinleşir, şiiri ve şairin sesini diğer seslerden ayıran biraz da budur.

Yani şiir kendi alıcısını, okurunu kendisi mi bulur?

Evet, kesinlikle bulur ve şiirin okuruna doğru sürdürdüğü yolculuk değişmez. Yine de elbette her çağın da kendine has bir şiiri var. Bir şiirin evrensel ve her çağa yönelik bir mesajı olsa da, bu mesaj her çağda farklı şekilde algılanır. Her çağın aşması gereken zorlukları var, bu yüzden şiirin ve şairin biraz da çağa göre kendini tanıtması, geliştirmesi gerekiyor. Bu anlamda ben aslında bu çağa göre çok başarılı denemeler görüyorum; örneğin şiirin her zaman, her koşulda çağa cevap verme denemelerini gözlemleyebiliyoruz. Bu cevapların hangisi en uygun olacak, ona daha sonraki nesiller karar verecek.

CİNS AYARINDAKİ DERGİLERİN YAYIMLANMAMASINI MACAR EDEBİYATI İÇİN BİR EKSİKLİK OLARAK GÖRÜYORUM

Macar edebiyatıyla Türk edebiyatı arasında bir kıyas yapmak gerekirse, özellikle edebiyat dergileri bağlamında ne söylemek istersiniz?

Şimdi, şöyle bir şey söyleyebilirim; aslında Macaristan'daki dergi geleneği çok köklü, onlarca yıldır yayın hayatına devam eden dergiler var. Tabii Türkiye'de var bunun örnekleri, ama Türkiye'ye nazaran Macaristan'da dergiler daha fazla tutuluyor gibime geliyor. Macaristan'da yeni kadrolarla, yeni bakış açılarıyla ama aynı geleneğe dayalı olarak uzun yıllar yayın hayatına devam eden daha fazla dergi var. Ancak Türkiye'deki dergi çeşitliği de oldukça hoş, belki bazıları üç beş sayı kadar bir ömre sahip ama olsun her derginin yayın dünyasına sağladığı bir katkı muhakkak vardır. Ek olarak buradaki dergi örnekleri bizdekilerden oldukça farklı, örneğin Cins dergi ayarındaki dergilerin yayımlanmamasını Macar edebiyatı için bir eksiklik olarak görüyorum. İçeriğin tasarımla böylesi sunulduğu, renkli ve daha gençlere yönelik olan dergilerden ziyade bizim dergilerimiz daha geleneksel sanırım, ayrım burada daha net ortaya çıkıyor. Aslında Macaristan ve Türkiye'deki dergiler aynı hedefe farklı yolları kullanarak giden yolcular gibi.

Peki, Macaristan'daki dergilerde ideolojik bir gruplaşma söz konusu mu?

Tabii, mesela bizim Apocrive adlı bir dergimiz var, onun kendine has bir kitlesi var. Budapeşte'nin en büyük edebiyat fakültesinin öğrencileri tarafından kurulan dergi zamanla bütün ülkede yaygınlaşan dergi hâline geldi. Buradaki sağcı-solcu ayrımı kadar olmasa da bizim dergilerimizin de ideolojik altyapıların farkından doğan bazı gruplaşmaları var ancak bu daha çok arkadaş çevresi ya da tanıdık insanların gruplaşması gibi.

Daha bireysel bir gruplaşma sanki.

Evet, mesela bizde bazı yazarlar vardır bazı dergilerde yazamaz ya da yazmak istemez. Ama yine de bizdeki edebi grupların Türkiye'deki gruplar kadar birbirlerine kapalı olmadıklarını düşünüyorum. Bizdeki edebi gruplaşmaların sebepleri örneğin bölgesel gündemlerle çıkan dergilerin varlığı gibi nedenlere bağlı, bu yanıyla ideolojik gruplanmalardan ayrışabiliyorlar.

Etnik kökenlerle ilgili bir ayrışma söz konusu mu edebiyat camiasında peki?

Şöyle: Burada I. Dünya Savaşı sonrasında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu parçalandıktan sonra Balkanlardaki Macar nüfusunun %95'i Macaristan'da kaldı. Ancak Macaristan sınırları dışında Slovakya, Romanya, o zamanki Yugoslavya, şimdiki Sırbistan, Hırvatisan'da da çok sayıda Macar azınlığı yaşıyordu. Bu yüzden bu topluluklar bulundukları yerlerde kendi bölgesel edebiyat dergilerini, kurumlarını kendileri geliştiriyorlar. Komünizm döneminde bunlar arasında çok muhabbet olamadı çünkü sınırlar daha kapalıydı işte bu yüzden o bölgesel dergiler arasında çok önem taşıyanlar var. Örneğin benim de eserlerim Romanya'daki edebiyat dergilerinde yayımlandı, ama yine de Romanya'daki edebiyat dergilerinin kendi tarzları, grupları farklıdır. Bölgesel temsil açısından kendi edebi yeteneklerini arıyorlar ve elbette onlara öncelik veriyorlar.

Kendi çizgileri belli yani...

Evet, fakat yine de gönderilen şiire "Bu iyi bir şiir, biz bunu yayımlayalım." diyebilecek kadar da edebiyatı önceleyebilirler.

Aslolan edebiyat demek, bu güzelmiş. Peki, şiir demişken biraz sizin toplumsal hassasiyetlerinizin şiirinize yansımalarından bahsetmek istiyorum. Örneğin, "Evsizleri Öldürmeliyiz" şiirinizde dikkat çektiğiniz üzere evsizler, azınlık gruplar veya haksızlığa uğramış olanlar şiirlerinizde hep işlediğiniz bir konu. Bu hassasiyetiniz nereden kaynaklanıyor, sizi hassaten bu konulara odaklanmaya iten şey nedir?

Şimdi az önce çağın şiiriyle ilgili konuşuyorduk. Macarcada bir deyim var, Türkçede bir karşılığı var mı bilmiyorum: "Konu sokakta yatıyor." Yani ben konuyu sokakta buldum, durum ortada aslında. Sadece doğru bakmak ve görebilmek gerekiyor, konuyu sokaktan alıp şekillendirmek gerekiyor. O yüzden çağın şiirinin bu saatlerde, bu zamanlarda, bu yıllarda sokakta nelerin yattığını görmesi gerekiyor, onu değerlendirmesi gerekiyor. Tabii evsizler de sokakta yatıyor, ama kast ettiğim sadece onlar da değil, toplumun her katmanına bakmak gerekiyor. Şiirin, toplumun sorduğu soruların tekrar sorulmasına ve bu sorulara cevap aranmasına yardımcı olması gerekiyor. Bunu siyasi bir tavır olarak almaya da gerek yok. Formalistler dünyaya bakmadan da güzel şiirler yazabiliyor ama ben şiirin gerçeklikle alâkası olduğunu düşünüyorum ve bu yüzden şairin şiiriyle sorular sorarak bir muhalefet geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden yeni sorular sormak için sokağa bakmalı ve orayı iyi okumalıyız.

Öyleyse sizin şiirinizin "toplumcu" bir şiir olduğunu söyleyebilir miyiz?

Tabii, en azından ilhamını oradan alıyor, evet. Toplumun sorduğu soruları tekrar topluma ya da okuyucuya soruyor. Sormaya niyetli en azından, buna en sonunda okuyucu karar verir artık.

Şiirin gerçeklikle alakası olduğunu düşünüyorum ve bu yüzden şairin şiiriyle sorular sorarak bir muhalefet geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum
Şiirin gerçeklikle alakası olduğunu düşünüyorum ve bu yüzden şairin şiiriyle sorular sorarak bir muhalefet geliştirmesi gerektiğini düşünüyorum

Macaristan'da ciddi bir Türkoloji ekolü var. Biraz da bunun sizin eğitiminiz ve şiiriniz üzerindeki etkilerinden bahsedelim. Siz de ülkenizdeki köklü Türkoloji ekolünden etkilenip mi bu alanda eğitim aldınız?

Evet, bizim gayet ciddi Türkoloji çalışmalarımız var; hatta dünyadaki ilk Türkoloji bölümü Budapeşte'de kuruldu. Ben orada okudum. Çocukken babamın işi dolayısıyla üç sene Hindistan'da bulundum ve oradaki diller arasında büyüdüm, bu benim dil ve edebiyata olan ilgimin başlangıcı olabilir. Aynı zamanda da farklı kültürler, farklı kültürleri anlama ve onları öğrenme, okuma niyetim de belki oradan kaynaklanıyor. En başta lise yıllarımda Avrupa dillerini okuyordum; Almanca, İngilizce, Latince, İtalyanca... Ondan sonra biraz doğuya da bakmak istedim, Türkolojiye girerken Türkçe, Arapça, Farsça, üç büyük doğu dilini öğrenmek istedim. En azından artık Türkçe biraz olmuş gibi. (Gülüyor.) Buradaki önemli bir başka nokta şu ki ben, kültürler arası çatışmalar, anlaşmalardan ilham alıyorum... Farklı kültürler nasıl anlaşıyorlar, neden çatışıyorlar, bunlar benim ilgimi çok çekiyor. Macaristan'dan sanırım Azerbaycan'a kadar herkes, "Batı'yla Doğu arasındaki köprü" olarak tanımlıyor kendisini. Ama Türkiye geçmişten bugüne çok kültürlü yapısını koruyor ve bu sayede de "Doğu ile Batı arasındaki köprü olma" sıfatını herkesten çok hak ediyor. İnanıyorum bundan 20 yıl sonra da bu böyle olacak. Evrensel olarak "kültür"ün ne olduğunu anlamada dünü, bugünü ve yarınıyla çok ilginç ve anlamlı bir örnek Türkiye.

Bunu gözlemleme fırsatınız olmuştur, şu anda mesela Türkiye'nin daha doğusundayız, normalde siz İstanbul'da yaşıyorsunuz. Türkiye'nin doğusu ve batısı arasında gibi farklılıklar görüyorsunuz?

Ben bu arada gezmeyi çok seviyorum, İstanbul dışındada farklı şehirler gördüm. Dağcılığı çok seviyorum, otostop çekiyorduk daha gençken. O yüzden olabildiğince gezmeye çalıştım. Bir yıldan fazla Diyarbakır ve Şanlıurfa şehirlerinde bulundum. Maraş oralara biraz benziyor ama tabii pandemi dönemi olduğu için o kadar belli olmuyor. Ama yine de buranın insanlarının kesinlikle Batı'ya göre farklı olduğunu düşünüyorum. Zaten şöyle bir deyim var, "Köylülerini tanımadan Türkiye'yi tanıyamazsın." Buna çok inanıyorum. Aslında bir sırt çantasıyla yürüyerek, dağlarda yaylalarda gezerken Türk kültürünün daha iyi tanınabileceğini düşünüyorum. Bu misafirperverliği büyükşehirlerde de görüyorum ama doğuda çok daha açık, çok daha şeffaf bir şekilde görünüyor.

Sizce Türkiye'de şehirliler ile taşralılar arasında belirgin farklar var mı?

Sadece şehirlilerle taşralılar arasında değil, İstanbul'daki birçok semtte insanlar taşralılar gibi yaşıyorlar. Yani taşrada bir yaşam tarzı var, yaşama karşı farklı bir bakış açısı var. Ama Türkiye'deki merkezi şehirlerde hayatın daha hızlı olduğunu söyleyebilirim, farklı kültürleri daha hızlı bir şekilde görüyorlar. Bu da aslında bence olumsuz bir şey değil.

Biraz da çevirmen ve şair vasıflarınızdan hareketle, çeviriye dair de bir soru sormak istiyorum. Çevirmenin, çeviri yaptığı dillerin kültürlerine de hâkim olması yaptığı çeviriyi elbette daha üst bir noktada taşıyor, ama yine de bir dili bir diğerine bütünüyle aktarabilmek mümkün mü? Çeviri mümkün müdür?

Hedef dildeki kültürü ne kadar biliyorsan o kadar iyi çeviri yapıyorsun, buna kesinlikle katılıyorum. Aynı zamanda dile de hâkim olmak lazım. Zaten bu yüzden ben edebiyat çevirilerine yavaş yavaş başladım. Üniversitede çok iyi bir hocam vardı, Edit Tasnádi, birçok Türk romanını da çevirdi. Ondan çok şey öğrendim. Ondan sonra da Türkiye'nin farklı yerlerinde bulunup kültürünü daha çok anladıktan sonra ancak çeviriye başlayabildim. Birebir çeviri, metne bağlı olarak bazen mümkün olabiliyor, ama yine de dilin arkasındaki kültürü de öbür kültüre aktarmak gerekiyor. Mesela bir sürü "kolay gelsin", "eline sağlık" gibi her gün kullanılan ama Macarcada karşılığı olmayan ifade var Türkçede. Şimdi bunu yaratıcı bir şekilde yansıtmak lazım ki çok fazla da "kitsch" olmasın metinde. Bu roman için de şiir için de geçerli bir durum. Türk edebiyatı ve Türk şiiri, Macar edebiyatından çok daha duygusal. Bu, kelime zenginliğinden ve tabii ki kültürden kaynaklanan bir şey.

Şimdi bu dildeki bir metni birebir çevirirsen, böyle tatlı, balla şeker karışımı bir şey ortaya çıkıyor ki Macar okuru da "Yok, ben o kadar tatlı sevmem." diyebilir bu noktada. Yani çeviri yapılan dili biraz daha dönüştürmek gerekiyor. Kastım Türkçe bir metni Macarcalaştırmak değil, ama biraz kültürel bir geçişe imkân sağlayacak bir köprü kurmak diller arasında. Bu anlamda birebir çevirinin çok anlamsız olduğunu düşünüyorum. İfadeler üzerine çok düşünmek lazım, biraz daha yan anlamlara kaymak gerek ki hedefteki anlama gelebilsin çeviri. Zamanında çeviri teknikleri hakkında biz Macaristan'da konferanslar da yaptık, günlerce bu konular hakkında tartıştık. Çok güzel örnekler çıktı ortaya. Bizim de aslında Macar edebiyatını burada tanıtabilmemiz için Türkiye'den Macaristan'da yaşamış, orada eğitim görmüş, kültür alanında çalışan insanlara ihtiyacımız var, onlar çevirmeli Macarca metinleri. Çünkü ancak o zaman size gerçekten ulaşabilir dilimizdeki anlamlar, mesajlar.

Yani iyi bir çevirmen olmak için, o kültürü iyice benimseyebilmek için o ülkede yaşamak mı gerekiyor?

Orada bulunmakta bence çok fayda var. Bunlar kulağa biraz gerçeküstü gelebilir ama o ülkenin havasını solumak, orada oturmak, ağaçlarını görmek bile çeviri metin üzerinde çok faydalı olabiliyor.

Büyük Türk şairi İsmet Özel, "Dünyaya alışan şiir yazamaz." diyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz, dünyayı kabullenen şiir yazabilir mi?

Güzel bir söz, çünkü bu birçok anlama gelebilir. Bir anlamda dünyaya alışan insan artık tembelleşir. Dediğim gibi, her zaman biraz muhalefet olmak gerekiyor. Biraz farklı açılardan dünyaya bakmak gerekiyor. Şimdi, Macar edebiyatının en önemli yayınlarından birinin, haftalık bir edebiyat dergisinin adı "Hayat ve Edebiyat." Bir kısmı siyaset ve kültür yazılarından oluşuyor, ikinci yarısı da edebiyattan. Aslında şöyle bir tartışma var: Daha fazla hayat mı, daha fazla edebiyat mı? Buradaki denge nasıl oluyor? Sadece edebiyatla zor oluyor. Mesela Marcel Proust önce otuz küsur yaşına kadar yaşıyor, sonra kapanıyor ve yirmi sene boyunca o zamanlar yaşadıklarını yazıyor. Ondan sonra artık hiç yaşamadığı için sadece yazdığı zamanları yazabiliyor ki o şekilde verimli olunamaz. O yüzden bence hayata yine de bakmak gerekiyor. Hayata alışmak ise tabii farklı bir şey. Alıştığımız yalnızca bir hayat tarzının, hayat akışının içinde olmak demek tabii ki... Artık bir şey sorgulamıyoruz, sorgulamak lazım bence de. Şair şiir yazarak yeni şeyler kazandırıyor dile. Dünyada keşfedecek bir şeyi kalmayan şiir yazamaz diye de biliriz.

Balkanlar'da şiir ne durumda? Deneysel, görsel şiir alanlarında gelişmeler var mı?

Balkan terimi çok ilginç bir şey aslında, Macarlar hiçbir şekilde kendilerini Balkanlar'ın içinde görmüyorlar. Balkanlar onlar için güney sınırlarında başlıyor. Türkiye'de Balkanlar'ı Macaristan'a kadar düşünüyorlar belki, bir de Romanya da içinde olunca. Ama bu bölgeyi düşünürsek bence her dil biraz farklı biçimlerde aynı yöne doğru gidiyor. Zaten Yugoslav ülkelerdeki edebiyat daha ilerlemeci, avangart, sürrealist şekilde düşünen bir şiir dili geliştiriyordu, o yüzden orada görsel şiir dediğimiz şey daha yaygın. Orada şiirin görsellikle arası da eskiden beri, altmışlardan, yetmişlerden beri daha iyi. Yetmişlerde Macaristan'da da böyle bir neo-avangart akım vardı ama o artık belki son on senedir yeniden moda oldu diyebiliriz. Bulgaristan şiiri hakkında pek bir fikrim yok ama onlar daha çok epik şiir yazıyorlar gibime geliyor. Zaten Romanya, Sırbistan, Makedonya şiirlerini de daha önce dediğim gibi bizim bağlantımız olduğu için, orada Macar azınlıklar olduğu için biliyoruz. Yeni nesil onarla daha çok diyalog hâlinde, Romanya'daki Macarlar ile Romanlar birbirini çeviriyor vesaire, bu yüzden Bulgaristan'dansa onları daha iyi biliyorum. Türkiye'de de sanırım en azından üç-dört akım, bakış açısı var. Bu yüzden bu coğrafyada şiir çok güzel yıllar yaşıyor bence. Denemeler var ve bu denemeler arasında çok güzel örnekler oluyor. Ne kalacak, ne kalmayacak, yine tarih değerlendirecek bunları. Ama bu dönemde şiir okuyan biri olmak çok güzel bir şey.