Kestane aşırmışım kiraz ağacından

Sizin hâlâ bir kabuğunuz var ama kabuğunuz yaranıza sadık değil.
Sizin hâlâ bir kabuğunuz var ama kabuğunuz yaranıza sadık değil.

Uğradığı her şehirden hikâyeler toplayıp yola devam eden adamlar gibi; nenesinden aldığı efsaneleri hafızalara kazıyan Zülküf gibi, görünmeyeni gösteren Ara gibi, gelince değil geçip gidince anılan Hızır gibi, bir bir kayıt tutan Çelebi gibi, motorunun sepetinde adalet taşıyan Ebuzer gibi olayım istedim.

Büyük bir anlam kayması yaşıyorum. Anlam yitişi değil, anlayış zorluğu hiç değil. Şıkları kaydırmışım gibi bir anlam kayması. Resmi evraklarda noktalarla bana yer ayrılmış da bütün kelimelerim yanlış boşlukları doldurmuş gibi.

Askere gidiyorum, “hazır ol”dayım, bekliyorum. “Piyadeye ihtiyaç yok aslında, teknoloji gelişiyor.” Piyon bile bir işe yarıyor be kardeşim! Tezkereyi oğlumdan aldım. Öz Dersim Seyahat’le İstanbul’a dönüyorum, vaktim çok. Yana oturan ihtiyar amca yine orda. “Asker mi, öğrenci mi?” Asker ve oğlumun adı Ahmet. “Çok güzel, peygamber ismi… büyüsün de asker olsun inşallah… Atatürk bu ülkeyi gençlere…” Kolum kırılıyor acile gidiyorum. Travma birimi geceleri çalışmıyor, kırıklarımın filmini çekecek doktor yok. Bandaj sarıp gönderiyorlar, ücretsiz. Olsun, buna da şükür. Anlam piramidinde bir kayma olmuş olsa da bir şekilde geçiyor zaman. Kolumun sızısı mı yoksa aklımın uyuşması mı bilmiyorum ama canım gerçekten acıyor.

Hedefe değilse bile bir kalbe değsin diye ümit ettim. Olmadı. Olmazdı da zaten.

Yunus, erik dalına çıkıp üzüm yemişti. “İncirimi neden yedin be aşık” diye paylanmıştı hatta. Onun gibi bir şey sandım önce bu tadı. Bulduğumun aradığımdan daha tatlı, daha ballı olmasını dilemiştim, inanmıştım. Ankara’ya gezmeye gidip AŞTİ’de kaybolmak gibi bir şeydi bu benimki. Geri dönmek istedim, bilet yoktu. Bir ara “Kar… karga… kargaşa…” demişti Yusuf Genç. Anlamı kelimelerde ararsan kaybolursun, anlamak istiyorsan kelimeleri kullanmalısın. Ben kelimelere anlam yükledim de kayboldum. Uğradığı her şehirden hikâyeler toplayıp yola devam eden adamlar gibi; nenesinden aldığı efsaneleri hafızalara kazıyan Zülküf gibi, görünmeyeni gösteren Ara gibi, gelince değil geçip gidince anılan Hızır gibi, bir bir kayıt tutan Çelebi gibi, motorunun sepetinde adalet taşıyan Ebuzer gibi olayım istedim. Şu dikiz aynasında kendimi aradığım zalimin dünyası için attığım her ok ıska geçti. Hedefe değilse bile bir kalbe değsin diye ümit ettim. Olmadı. Olmazdı da zaten.

Yaptığımız işin çapı cürmü kadar olmalıydı.
Yaptığımız işin çapı cürmü kadar olmalıydı.

Geçmiş zaman büyük bir latife etmiştim arkadaşlara: “Tarihini referans alarak kendi kültürünü yaşadığını zanneden Müslüman da, milliyetçi de, Kemalist de, deist de, falanı-filanı da pekala tek bir bünyede kendisini gösterebilir.” Gerçek oldu. Önce güldüm, sonra korktum. Günceli ve politikayı o gün bıraktım. Rollerimiz var bizim: Asker, baba, yabancı, aktör, yönetmen, kameraman ve hatta sesçi. Yaptığımız işin çapı cürmü kadar olmalıydı. Öl deyince ölmeli, doğ deyince doğmalı, oynat deyince oynamalıydık. Şey gibi; Necati Şaşmaz’ın kanun dağıtması. Padişahım çok yaşa! Her şeyi bildiğimizi biliyorsunuz. “Saçmalıyorum o hâlde varım” diyen fenomenlerden farkımız kalmadı evet. Arkadaşlarım sonradan söyledi. Kiraz ağacından kestane aşırmışım ve geçerli bir mazeretim yok. İçinde yaşadığım bu dünyadan ayılıp doğruluyorum arada. “Evet, her şey Matrix gibi, ensemizden boru takmışlar” deyip gerisin geriye yatıyorum. Bir anlam kayması yaşıyorum. “Nasıl olur yahu?” dediğim her şey bir karikatür gibi cevap veriyor bana: “İşte beyle…”

Be hey kabuk yarana sadık ol!

Acaba o kabuk hakkımı nerede, ne zaman kullandım ben, diye geçiyor içimden.
Acaba o kabuk hakkımı nerede, ne zaman kullandım ben, diye geçiyor içimden.

Telefonum çekmiyor. Acil arama yapabiliyorum ama. Bir kız açıyor telefonu, bana bir kabuk, diyorum. Yaralandım. Kabuk, yarayla ancak bir defa buluşur, diyor telefondaki kız. Siz daha önce bir kabukla buluşmuşsunuz, göndermişiz onu size. Bu nasıl olur, diyorum. Mesaimiz sona erdi, diyor. Kapatıyor telefonu. Bu ay da maaşım gecikti, diyor. Dert yanıyor aklınca bana. Ben senin kabuğun muyum be, diyorum. Acaba o kabuk hakkımı nerede, ne zaman kullandım ben, diye geçiyor içimden. Sonra başka cümleler geliyor aklıma kız telefonu kapatınca: Kabuk, yarayla ancak bir defa buluşur. Kabuk hareketsizdir, sigorta primleriyle ilgilenmez, hareketsizdir. Bir uyanışın sonucudur o. Ama ben ne zaman uyandım? Yara şimdidedir, diyorum. Ben şimdi “şimdi”de miyim? Bana bir kabuk lütfen! O kurşun bana isabet etmediğinde çok yaralandım, diye bağırıyorum.

  • Ama o kız çıkmıyor telefona. Başka biri çıkıyor. Böyle yaralanmaz insan, diyor. Yaralanmaz mı, diyorum. Gücüme gitti, bu bir metafor diyorum. Metaforsa metafor, diyor, size bir kabuk daha göndermemiz mümkün değil. Kapatıyor telefonu.

O telefonu kapatınca aklımdan şöyle şeyler geçiyor: Dünyada herkes ancak bir kişiyi teselli eder. Dünya nüfusu tek sayıda kaldığında bir kişi dışarıda kalır. O kişi benim. Dışarıda kalan ancak kabuktur. O hâlde, o kabuk ben miyim? Ama yara yok. Dünya nüfusu çok uzun zamandır yeni bir doğuma şahit olmuyor olmalı. Dünyada tek kaldım. Ertesi gün tekrar arıyorum. İlk gün yaptığım iki aramadaki ses de değil karşıma çıkan. Bir adam. Tok bir ses. Biraz tütünlü. Topu gönderdiğim noktada hiçbir arkadaşım yok, diyorum. Beyefendi, numaraları engellememiz yasak. Ama arkadaşlarım not düşmüş sizin aramalarınızı sisteme.

Yani, size kabuk veremeyeceğiz. Lütfen, hattı meşgul etmeyin. Telefonun suratıma kapanacağını anladığım an canhıraş bir hâlde: Ama ben kabukmuşum, firmanızda işe başlamak istiyorum. Bunu yeni fark ettim, diyorum. Adam gülüyor bana. İnsan ömrü boyunca ya kabuktur ya da yara. Size daha önce bir kabuk gönderdiğimize göre, siz yaradan başka bir şey olarak devam edemezsiniz hayatınıza. Allah mısınız be siz, diyorum. Ama telefon çalıyor dıt dıt… Yemin ediyorum, bir daha aramayacağım bunları diye.

Devletin kurumu aslında. Devletle aram iyidir benim, vergimi düzenli öderim. Hafızamı yokluyorum son günlerde. Kabuk almışım. Hayatımda bir kabuk varmış. Devlet bunu tescillemiş. Hayatımdaki birini “kabuk” sınıfında kayıtlara geçirmiş. Bir bir eski tanışıklıklarımı aramayı düşünüyorum. Kimin kabuk olduğunu anlamak için. Devlet böyle şeyleri çok gizli yürütüyor.

Sizin hâlâ bir kabuğunuz var ama kabuğunuz yaranıza sadık değil. Sisteme öyle düşmüşüz.

Her insana bir kabuk kaydediyor. Benim bir kabuğum olmuş. İyileşmişim ve o kabuk düşmüş. Yerlere bakmalıyım onu bulmak için, yerlere değil bir yerlere. Kim olmalı bu? Aysel, hayır Aysel değil, o bana ne demişti hatırlıyorum: “Beni bir başkasına dönüştürmeyi deniyorsun.” Böyle demişti. Öyleyse Aysel değil. İnsan kabuğunu bir başkasına dönüştürmeyi düşünmez ki. Aysel olsa olsa gelip geçici bir yara bandıydı hayatımda diyorum. Bu kadar romantizm beni bozuyor. Bayat şeyler düşünüyorum diye kızıyorum kendime. Tekrar arıyorum. Dayanamıyorum. İlk günkü kız çıkıyor telefona. Sistemde bir hata olmuş, diyor. Sizin hâlâ bir kabuğunuz var ama kabuğunuz yaranıza sadık değil. Sisteme öyle düşmüşüz. Yani kabuğunuzu bulup ikna etmeniz gerekiyor. Ama ben yaralıyım, diyorum. Uzun uzun bakıyorum duvara kızın son cümlesinden sonra: Hem yaralıyım hem de ikna etmek zorunda olduğum bir kabuğum var.