Kültür taşeronları için “çanlar çalıyor”

Bence durumu tam da karşılayan bir deyim oldu; “çanlar çalıyor”. Malum, “Son yaklaşıyor.” şeklinde bir anlamı var bu uluslararası kültürün ilk “uluslararası” kabul gören tanımının. Hemingway’in Türkçeye Çanlar Kimin İçin Çalıyor adıyla çevrilen meşhur romanından çok daha önce edebiyatın konusu olmuş ve yerleşmiş bir kavram elbette. İnternete inanacak olursak John Donne adlı İngiliz bir din adamının şiirinde geçiyor ifade ilk. Türkçeleştirirsek şöyle: “Asla çanlar kimin için çalıyor diye sorma; senin için çalıyor.”
Bence durumu tam da karşılayan bir deyim oldu; “çanlar çalıyor”. Malum, “Son yaklaşıyor.” şeklinde bir anlamı var bu uluslararası kültürün ilk “uluslararası” kabul gören tanımının. Hemingway’in Türkçeye Çanlar Kimin İçin Çalıyor adıyla çevrilen meşhur romanından çok daha önce edebiyatın konusu olmuş ve yerleşmiş bir kavram elbette. İnternete inanacak olursak John Donne adlı İngiliz bir din adamının şiirinde geçiyor ifade ilk. Türkçeleştirirsek şöyle: “Asla çanlar kimin için çalıyor diye sorma; senin için çalıyor.”
Peki, Ayşe Barım’la ne ilgisi var konunun? E çünkü konu İngilizler ve Amerikalılar, hâkim kültür, hâkim kültürün doğurduğu ve ürettiği her şeyi anasının malı gibi sahiplenip onun taşeronluğunu yapan çok çeşitli zengin zevat. İşte Barım adlı kadın, anası o hâkim kültür olan, onun taşeronluğunu yapan küçük müteahhitlerden birisi. Haberleri gördük. Ortalığa saçılan necaset, mevcut necasetin çok ama çok küçük bir kısmı. Kimsenin karışamadığı bir tezgâh kurmuşlar. Küre ölçeğinde kurulan o devasa tezgâhın gölgesinde şöhretler yaratıp çalıştırıyorlar. Kullanma günü gelince sahneye sürüp, millet iradesinin seçtiği iktidarlara karşı, gizli ve yıkılamaz bir iktidar alanı olarak faaliyete geçiyorlar. Gezi’de yaptıkları gibi. Hikâyenin bu kısmı, detayları bilmeyenler açısından bile tahmin edilebilir bir şey. Ama konumuz bu değil. Ayşe Barım yahut “Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmaya çalışmak suçuyla hüküm giyen” Osman Kavala, dönen bu dolabın asla öznesi değiller. Bunlar, taşeron hizmetçiler sadece. Kendilerine verilen görevleri yapıp, karşılığında saygın monarşinin salonlarına giriş izni alan köleler sadece. Ve bu durum, kültür-sanat alanında A’dan Z’ye böyle. Kim söylemişti, hatırlayan hatırlatsın; “Günde beş defa ezan sesinin yükseldiği bu ülkede, çekilen binlerce dizinin içinde bir tane bile ezan sesi duyulmamasını sağlayan mekanizma” böyle çalışıyor işte. Hayır, ezan okununca seti durduran o yönetmenin illümünati falan olduğunu söylemiyorum. Doğal bir refleks olarak seti durdurmasından ve ezan sesini bir “kirlilik” olarak “yersiz” bulan bilinçaltından söz ediyorum. Ama ne kadar parlak elbiseler giyerlerse giysinler, dünyanın bütün numaracı taşeronları gibi onlar da birer birer yıkılıyorlar. Tamamı da yıkılacak. Türkiye’ye karşı durup da Türklerden ekmek yiyen herkese yediği ekmeğin hesabı bir gün sorulacak. Bugün olmazsa bile yarın mutlaka sorulacak.
Başarısız bir ajanlık girişimi: Ümit Özdağ
Türkiye üzerine hesabı olanların da durumu zor. Her zaman Osman Kavala gibi akıllısını bulmak epey uğraş gerektiren bir iş. Çoğu alanlarda başarısız aparatlar kullanmak zorunda kalıyorlar. Herifin bir tane görevi var, onu da beceremiyor. Şaka yapıyorum tabii ki. Çokça onların başarısızlığı değil mesele, devlet aklının bil kuvve değil bil fiil var olmaya başlamasının sonucu bu. Ümit Özdağ da öyle mesela. Herif yıllarca birbirinden tarihsel olarak nefret edecek şekilde, Türkleri ve Suriyelileri ırkçı diliyle zehirlemeye çalıştı. Patronlarının istediği şekilde, iki milletin giderilemez ve ileride bir savaşa dönüşecek şekilde birbirlerinden nefret etmesi için çabaladı durdu. Ama tüm hileleri, elinde patladı. Geride çok güzel günleri bekleyen güzel günler kaldı. Özdağ da kendisine verilen vazifeyi yapamamış oldu.
Okumak üzerine
“Okumak, zihni hayatı uyandırmalı, yerini almamalı onun. Başkalarının hazırladığı bir bal değil hakikat, onu kitap sayfalarından toplayamayız, kafamızın ve gönlümüzün iç hamleleri ile fethedebiliriz ancak” diyor Proust.
Ondan almadım bu cümleyi, ondan alan birinden aldım. “Kitap yüklü merkepler” vurgusuna da uzanabilecek bir şey bu. Beni etkiledi, sizi de etkilesin diye buraya getirdim. Çok yoğun okumanın yol açtığı kütlük ve alıklığa dair bir açıklık bu.
Böylesine büyük bir cümle, birazdan bu satırlarda ismi geçecek düşük düzeye dair bir yaklaşımın notu olduğunu için üzgünüm ancak aklıma gelen ilk şeylerden biri de okuduğu tüm önemli kitapların varlığına rağmen Celal Şengör oldu. Dediklerine göre, kendi alanında o denli derin okumalar yapmış olan biri olarak Şengör’ün, alanı dışındaki istisnasız her konuda kesif bir cahil ve “talimli bir rezil” oluşu, bunu hatırlattı bana. Tabii onu kamuoyunun başına bela eden “idmanlı edepsiz” Fatih Altaylı’nın varlığını da unutmamak gerekir. Okuduklarıyla cehaletlerini artıran bu kirli güruhun, başkalarının ürettiği ve bunların bal sandığı zehirleri yiyerek bu hale geldiklerini hatırda tutalım.
Fatih altaylı: “İdmanlı edepsiz”
Bahsi geçince, “Neden müstakil bir başlığa konu olmasın?” dedim içimden. Sonra da dışımdan dedim bunu, siz de görüyorsunuz işte.
Öfke problemleri olan birisi bu. Medyada karşı tarafa ateş edilen silah olarak kullanıldığı ilk günlerden bu yana öfkesi herkes tarafından biliniyor. Ağzının bozuk olduğu da bir sır değil. Ancak yine de tam da emeklilik günleri zamanında ve zaten var olan dünyalığını da birkaç kuşak için birkaç kere yapmışken neden böyle çıldırdı dersiniz? Bu yaşa gelmiş birisi neden hâlâ haris bir tüccar gibi sağdan soldan sponsorlar bularak medyacılık işini devam ettirmeye çalışıyor? Neden böyle kafayı yedi?
Haklı olduğu tek yer burası aslında. Korkunç şekilde kullanıp kenara attılar çünkü bunu. Kullanılmış tuvalet kâğıdı muamelesi yaptılar herife. Büyük paralar karşılığında güzel transferlerin öznesi büyük bir gazeteciydi. Transfer olduktan sonra babası sayılacak “büyük, namuslu, dürüst, objektif” patronu Aydın Doğan’ı bizzat bununla öldürdüler.
Necati Doğru şöyle yazmıştı bunun için: “… Hürriyet’in sahibi Aydın Doğan’ın gazetesinde yazarken, ‘Turgay Ciner’e mafya, fırsatçı, Sabah ile ATV’ye bedavadan sahip olmak isteyen avantacı’ diye yazan, Turgay Ciner’in gazetesi Sabah’a geçince de ‘Aydın Doğan için pompacı, vergi kaçakçısı’ diye yazan Fatih Altaylı…”
Tabii bu Faltaylı meselesini, aziz kaarilerim için ileride kaleme alacağım müstakil bir yazıda daha genişçe ele alacağım, bekleyiniz.
Ancak en azından burada şunu söylemiş olayım; Amerika’nın Irak işgali öncesinde, “Türk askeri de Amerika ile birlikte Irak işgaline doğrudan katılsın.” diye gecesini gündüzüne katan bir büyük gazeteci olarak Faltaylı, Suriye meselesinde devletimize bu bağlamda hiç ısrarcı olmadı nedense?
Tabii çok da ileri geri konuşmak istemem. Sinirlendiğinde golf sopasıyla kadın döven bir adam bu sonuçta.
İran İslam Cumhuriyeti ve diğer bazı şeyler
Aslında pek çok vesileyle görmüştük bunu ama son günlerde bir kez daha gün yüzüne çıktı. Bu kanlı perdede sergilenen hileli oyunun tam gerisinde yalın gerçeklik kendisini gösteriyor. “79’daki İran İslam Devrimi” denilen şey, bir İngiliz-Amerikan operasyonu olarak planlanmış ve bu planın dışındaki pek çok samimi devrimciye rağmen planlandığı gibi de sürmüş ve hâlâ da sürmektedir. Dolayısıyla başta Saadet Partisi yönetimi olmak üzere, bir Siyonist plan görmek isteyen varsa İran’ın varlığına bakabilir. Kanlı perdede oynanan bir kartondan kaplan oyunu. Hepsini geçtim, yıl olmuş 2025. Şiilik nedir yahu :)