Kur'ân'ı yerinde okumak (III)

Bazı sahabeler ayetin indiği ortamda bulunmadığı veya indiği dönemde henüz Müslüman olmadığı için ayeti anlamakta zorluk çekmiş, vahyin tanığı olan diğer sahabelere sorarak bu bilgi eksikliğini telafi etmiştir.
Bazı sahabeler ayetin indiği ortamda bulunmadığı veya indiği dönemde henüz Müslüman olmadığı için ayeti anlamakta zorluk çekmiş, vahyin tanığı olan diğer sahabelere sorarak bu bilgi eksikliğini telafi etmiştir.

Kur'an'ın ilk muhatabı olan ashabın Kur'an'ın sonraki nesillere aktarılmasında hayati ehemmiyete sahip rolü olduğunu kabul etmek zorundayız. Onlar ezelî kelamın ilk şahitleri ve vahyin ilk tanıklarıydılar. Hangi ayetin hangi münasebetle nazil olduğunu biliyorlardı ve bu bilgiyi yazılı veya sözlü olarak değil, bizzat yaşayarak öğrenmişlerdi.

Bir hitap muhataplarını dönüştürmek istiyorsa onları etkilemek zorundadır. Bir topluluğunun topyekûn dönüşümü basit bir bilgi aktarımı veya kendilerine yöneltilmiş emir ve nehiy kalıplarıyla gerçekleşmez. Hitabın muhatabı etkilemesi, konuştuğu dilin bütün imkânlarını seferber ederek ona seslenmeyi gerekli kılar. Mecaz ve istiare gibi dil estetiğine dair bütün enstrümanları kullanarak en iyi armoniyi meydana getirmesi gerektiği gibi muhatabın aklına hitap ederken bir taraftan da kalbini ihya etmesi için onun duygu dünyasını coşturacak argümanlar kullanmak zorundadır. Bu durum sözün belagat ve talâkata uygun olmasının yanında muhatabın konuştuğu gündelik dili kullanmayı icbar eder.

Muhatabın bir sözden etkilenmesi için sözün onun anlam dünyasındaki varlığı kusursuz olmalı. Anlamın kusursuzluğu mütekellim ile muhatap arasında dil iştirakine bağlıdır. Anlamın intikali söz dizgesiyle gerçekleştiğinde mütekellim ile muhatap arasında dil iştiraki olmak zorundadır. Dil iştirakinden kastımız, mütekellim ile muhatap arasında geçen deyimler, örtük göndermeler, ancak tarafların bilebileceği özel hadiselere yapılan atıflar gibi dış unsurları da içine alacak şekilde dili kuşatan anlam araçlarıdır. Çünkü bir hitabın amacı mütekellimin muradını dil aracıyla muhatabın zihnine doğru bir şekilde intikal ettirmektir. Bir sözün ilk muhataptaki etkisiyle ikinci, üçüncü muhataplara tesiri arasında anlamın kusursuz intikali açısından çok fark vardır.

Özellikle bu iletişim yazılı değil de sözlü bir hitapsa bu fark daha belirginleşir. Konuşma dili daha canlı ve sıcaktır. Konuşmada söz dizgesi, kelime tercihleri kadar, yüz mimikleri, jest ve işaret gibi fiziksel unsurlar da etkindir. Hatta sözün sarf edildiği ortam muhatabın kimliği, hangi durumda söylendiği gibi karineleri de buna ekleyebiliriz. Böyle bir hitabın anlamı kaybolmayacak şekilde aktarımı ancak dili çevreleyen bu unsurları hesaba katarak ya da söze ilave ederek mümkün olabilir. Sahabenin Kur'an metninin muhafazasına ve sonraki nesle aktarılmasına gösterdiği önemin neredeyse aynısını ayetlerin anlaşılmasını sağlayacak bilgilerin intikali için göstermelerinin sebebi budur.

Kur'an'ın ilk muhatabı olan ashabın Kur'an'ın sonraki nesillere aktarılmasında hayati ehemmiyete sahip rolü olduğunu kabul etmek zorundayız. Onlar ezelî kelamın ilk şahitleri ve vahyin ilk tanıklarıydılar. Hangi ayetin hangi münasebetle nazil olduğunu biliyorlardı ve bu bilgiyi yazılı veya sözlü olarak değil, bizzat yaşayarak öğrenmişlerdi. Bu durum sahabenin kendi arasında ayetin inişine şahit olanla olmayanı birbirinden tefrik etmiştir. Bazı sahabeler ayetin indiği ortamda bulunmadığı veya indiği dönemde henüz Müslüman olmadığı için ayeti anlamakta zorluk çekmiş, vahyin tanığı olan diğer sahabelere sorarak bu bilgi eksikliğini telafi etmiştir. Ahmet b. Hanbel'in süneninde zikrettiği bir hadise tam bu duruma örnek mahiyettedir.

Muttalib b. Abdullah anlatıyor: Abdullah b. Zübeyr (r.a) bir gece okuduğu ayet yüzünden sabaha kadar uyuyamadı, düşündü durdu. Sabah olduğunda "Bu ümmetin derin bilgini kimdir?" diye sordu. Ben İbn Abbas (r.a) cevabını verince onu çağırması için beni gönderdi. Gelince kendisine şöyle dedi: "Ben daha öncesinde üzerinde durmadığım bir ayet okudum. Bu gece tekrar okurken biraz durup düşününce sabaha kadar beni uyutmadı. O ayet şudur: "Onların pek çoğu, Allah'a şirk koşmadan iman etmezler." İbn Abbas şöyle cevap verdi: "O ayet seni uykusuz bırakmasın. Zira onunla biz kastedilmiyoruz, ehl-i kitap kastediliyor: "Onlara gökleri ve yeryüzünü kim yarattı diye sorsan kesinlikle Allah derler." "Deki: Yedi kat göklerin Rabbi, büyük Arş'ın Rabbi kimdir? Allah'ındır diyecekler." İşte bu ayetlerde de görüldüğü üzere, onlar Allah'a şirk koştukları halde iman ediyorlar."

İbn Abbas'tan ayrıca ilgili ayetin müşrik Arapların telbiyesine dair nazil olduğu nakledilir. Şöyle telbiye getirirlerdi: "Lebbeyk Allâhümme lebbeyk. Lebbeykelâ şerîke lek. İllâ şerîken hüve lek. Tem-likûhû ve mâ melek” (“Emrine âmâdeyim Allah'ım, buyur. Emrine âmâdeyim. Senin bir ortağın yoktur. Sadece Sana ait olan bir ortak vardır. Onu da onun emri altındakileri de sen kontrol edersin.") İki rivayetin ortak noktası, ayetten Müslümanların kastedilmediğidir. Bu hadisede yanlış anlamayı düzelten tarafta duran sahabe, bir başka hadisede bir ayetin tefsirine dair yanlış yorumu düzeltilen tarafta olabiliyor.

Said b. Cübeyr, İbn Abbas'ın dilinden naklediyor: "Kâbe'de oturduğum sırada yanıma bir adam gelip "Soluk soluğa süratle koşanlara, (koşarken ayaklarını) vurarak ateş çıkaranlara, sabah erkenden baskın yapanlara, orada tozu dumana katanlara... Andolsun ki!" şeklinde başlayıp devam eden Âdiyât suresinin ilk ayetlerinde neyin kastedildiğini sordu. Ona dedimki: "Burada atlar kastediliyor. Onlar Allah yolunda baskın yapar, sonra gecenin içine çekilirler. Mücahidler bu esnada yemeklerini yapar, ateşlerini tutuştururlar." Ben bunları söyledikten sonra adam yanımdan gitti ve aynı soruyu Ali b. Ebu Talib'e (r.a) sordu. O da adama "Benden önce birisine sordun mu?" deyince adam bana geldiğini ve verdiğim cevabı nakletti. Ali bunun üzerine adama benim için "Git, onu çağır" dedi. Yanına geldiğimde "İlmin olmadığı konuda insanlara fetva mı veriyorsun?" diyerek söze girdi: "Vallahi İslam'da ilk gazve Bedir'dir. O gün Zübeyr ve Mikdad'a ait iki attan başka hiçbirimizde at yoktu. Daha nasıl nefes nefese gidenlerden maksat savaş atları oluyor? Burada kastedilen Arafat'tan Müzdelife'ye, odadan Mina'ya giden develerdir." Ali bu açıklamayı yapınca ben de onun görüşüne döndüm."

Kur'an ilahî iradenin söz ile vücut bulmuş hali ise, ashap ilahî iradenin toplum halindeki formudur. Sahabenin anlam dünyasında karşılığı olmayan bir yorumun Kur'an'ı tefsir etmesi düşünülemez.

Bu meselede bilmemiz gereken bir şey daha var. İbn Abbas sahabedir, fakat nüzul dönemi son bulduğunda henüz çocuk denecek yaştaydı. Kur'an'ın tefsirine yönelik edindiği bilginin tamamına yakını, sahabenin büyüklerine dayanıyordu. O bir anlamda bu hadisede sahnelendiği şekliyle Hz. Ali gibi Kur'an'ın nüzulünün bütün evrelerine şahit olmuş sahabenin talebesiydi. Bu misalde konu olan Âdiyât suresi ilk inen surelerdendir. Hâlbuki ayetin tefsirine dair yapılan yorumlar İslam'ın sonraki dönemlerinde cari olmuş hadiselerdir. İndiği dönemde ve öncesine gerçekleşmemiş hadiselere gönderme yapması düşünülemez. İbn Abbas'ın bunu öğrenmesi için Hz. Ali'nin rahle-itedrîsinden geçmesi gerekir ki bu hadise tam olarak bunun gerçekleştiğini gösteriyor. Bizzat kendisinin naklettiği Hz. Ali ile aralarında geçen bu diyaloğa rağmen İbn Abbas'ın ilk yorumu Ebu'l-Âliye'den Mücahid'e, İkrime'den Dahhâk'a, Âtâ'dan Katâde'ye müfessirlerin kahır ekseriyeti tarafından çeşitli aklî ve lüğavî gerekçelerle tercih edilmiştir.

Âdiyât suresinin ilk ayetlerini İbn Abbas'ın tefsir ettiği şekliyle yorumlamanın tefsir usulü açısından bir mahzuru olduğu söylenemez. Fakat Hz. Ali'nin de işaret ettiği gibi burada yanlış olan, ayetin spesifik olarak Bedir gibi herhangi bir savaş veya seriyyeye işaret ettiği şeklinde bir anlama inhisar edilmesidir. Ayetin anlamı ile yorumu arasındaki fark burada kendini gösteriyor. Hz. Ali'nin burada İbn Abbas'ın ayeti açıklama şekline itiraz ettiği anlaşılıyor. Yoksa İbn Abbas'ın naklettiği bilgileri ayetin yorumu olarak kabul etmenin bir sakıncası olmasa gerektir. Sonraki müfessirlerin bu bilgileri nakletmesinin sebebi budur. Anlam surenin birinci dereceden muhatabı olan Hz. Ali'nin naklettiği bilgilerdir. İbn Abbas'ın zikrettikleri ise yorumdur. Anlam ve yorum arasındaki farkı ileriki yazılarda ele alacağımız için bu kısmı noktalıyoruz.

Söz konusu iki örnekte görüldüğü gibi sahabenin bile ayetin nüzulüne şahit olan ile olmayanı arasında doğru anlama ulaşma açısından önemli fark var. Bir ayetin nüzulüne şahit olmamış sahabe ayeti hiç anlamama veya yanlış anlama gibi durumlara düşebiliyor. Hal böyleyken ilahî hitaba direk muhatap olmayan sonraki nesillerin durumu nasıl olur düşünün! İşte tam burada sahabeye çok kritik bir görev düşüyor. Onlar Kur'an metnini muhafaza eder gibi onun doğru anlaşılmasına katkı sunacak bilgileri de korumuş ve sahih bir şekilde sonraki nesle aktarılmasında olağan üstü çaba göstermişlerdir. Kur'an ilahî iradenin söz ile vücut bulmuş hali ise, ashap ilahî iradenin toplum halindeki formudur. Sahabenin anlam dünyasında karşılığı olmayan bir yorumun Kur'an'ı tefsir etmesi düşünülemez. Bundan dolayı birçok örnekte ashabın oynadıkları bu kilit rolün gereği olarak kendisinden sonraki nesle Kur'an'ı talim ve tefsir ederken çok kritik müdahalelerle yanlış anlamanın önüne geçtiklerini görüyoruz. Âl-i İmrân suresi 200. ayeti okuyalım:

"Ey iman edenler! Sabredin. Birbirinizle sabırla yarışın. Sebat ve devamlılık gösterin."

Ayetteki kilit kelime "ribat." Öne çıkan lügat karşılığı sebat, şiddet ve devamlılık; diğer anlamı sınır hattında atların bağlanması, atın düşmana sürülmesi, düşmanın gözetlenmesi. Dikkat çekmek istediğimiz nokta, hemen bütün meallerimizin ribatı ikinci anlamdan ibaret sayarak ayeti bütünüyle cihatla ilişkilendirmeleri. Elbette ilgili hadislerin işareti ve özellikle sonraki dönemlerde bunu destekleyen birçok yorum mevcut, fakat ortada Ebu Hureyre gibi bir vahiy tanığının gerekçeli ve net ifadeleri var.

Ebu Seleme b. Abdurrahman anlatıyor: Ebu Hureyre bir gün bana; "Yeğenim, 'Sabredin, sabırda yarışın ve ribatta bulunun' ayetindeki ribattan kastedilen nedir, biliyor musun?" diye sordu. Ben "hayır" cevabını verince kendisi devam etti: "Nebi Efendimiz (s.a.v) zamanında (bugün anlaşıldığı şekliyle) düşman gözledikleri (ribat) gazve yoktu. Bu ayet mescitleri imar eden, namazları vaktinde kılan ve buralarda Allah'ı zikreden bir topluluk hakkında nazil olmuştur.

"Ebu Hureyre'nin anlattığına göre, buradaki ribattan maksat, mescitlerde namazdan sonra diğer namazı beklemektir. Daha sonraları cihadın hayatın bir parçası halini alacak derecede İslam toplumunun en önemli faaliyetine dönüşmesiyle bazı ayetlerde verili duruma bakarak asıl anlamından saptırılmıştır. Üstelik sapmalar bu örnekte olduğu gibi her zaman zararsız da olmamıştır. Burada önemli nokta şudur: Bir söze direk muhatap olmak ile dolaylı yoldan muhatap olmak arasında doğru anlama ulaşmada çok radikal bir fark vardır. Vahyin tanıkları ayetlerin nazil oldukları yerde durdukları için Kur'an'ı yerinden etme girişimlerinin önüne geçmişlerdir. Sahabenin bu kilit rolünün sonraki nesiller üzerindeki etkisini görmeye devam edeceğiz.