La galibe illallah

La galibe illallah
La galibe illallah

Şam’ın kurtulduğunu öğrendiğimde Kahramanmaraş’taydım. Sabah 5 civarında Suriyeli bir yazar arkadaşım aradı. Çocukluğu ve gençliği Şam’da geçen ancak son 12 senedir sürgünde yaşayan bir arkadaşım. Ülkesine giremiyor ve Şam’ı son bir kez göremeden ölme ihtimaline çok üzülüyordu. Daima Şam’daki mahallelerini anlatırdı o nedenle. Nasıl bir evde büyüdüğünden bahsederdi. Hatta o evin ve mahallenin fotoğraflarını göstermişti bir keresinde de.

İbn-i Arabi’nin türbesine çok yakınmış ve annesi, küçükken hastalandığı zaman, onu kucağına alarak türbenin başına çocuğuna şifa vermesi için dua etmeye gidermiş. Birçok Suriyeli annenin bunu yaptığını ve türbenin özellikle soğuk kış günlerinde kucağında hasta çocuklarıyla oraya gelen annelerle dolup taştığını söylemişti. Keşke bir kere olsun tekrar gidebilseydi oraya.

Umudunu asla kaybetmemesi gerektiği üzerine konuşurduk hep. Allah’tan umudumuzu kesmemeliydik. Bir sabah uyandığımızda, her şey bambaşka olabilirdi. Bir sabah özgür bir Suriye’ye uyanacaktık. Onları teselli etmek için söylemiyorduk bunu. Deraa’daki o güzeller güzeli çocukların duvarlara yazılar yazdıkları ilk günden itibaren, dilimizdeki Besmele gibi emin olduğumuz bir şey vardı ki, Yüce Allah her şeyin artık bambaşka olduğu bir güne uyanmayı nasip edecekti bizlere. Allah büyüktü. Sadece Allah’ın dediği olurdu. Ve Allah içimizdeki ıstırabı görüyor, ne kadar haklı olduğumuzu çok biliyordu. Allah çok büyüktü. Hiç aklımızdan çıkarmamalıydık bunu.

Kahramanmaraş’taki bir otel odasında sabaha karşı çalan o telefonu açtığımda, arkadaşım avazı çıktığı kadar “Allahu ekber” diye haykırıyordu o yüzden. Şam mı kurtuldu? diye sorduğumu hatırlıyorum. Cevap vermiyor, “Allahu ekber” diye haykırmaya devam ediyordu. O an anladım ki, dualarımız kabul olmuştu. Ve hayatım boyunca yaşadığım en unutulmaz andı bu. Camdan uzun uzun dışarı baktım. Karanlık dağılmış, hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlamıştı. Ve bizler, senelerdir beklediğimiz o tertemiz sabaha uyanmıştık işte.

Gözyaşları içerisinde havanın aydınlanmasını izlerken, tek bir şey düşünebiliyordum. Ben çok küçükken vefat eden bir ninem vardı, başında beyaz yazmasıyla yere bağdaş kurar ve Kur’an-ı Kerim okurdu sürekli. Siyah deri kaplı bir Kur’an-ı Kerim’di. Küçücük elleriyle, kapağını okşar severdi önce. Sonra da parmaklarını ayetlerin üzerinde gezdirirdi. Bu gerçekten anlatılması çok zor bir duygu ancak Yüce Allah bizlere Suriye üzerinden, Şam üzerinden, Halep üzerinden, Deraa ya da İdlip üzerinden tekrar tekrar ayetlerini okutmuştu adeta. Her birimiz, senelerdir iyi kötü Kur’an-ı Kerim okuyorduk ancak ben hayatımda ilk kez böylesine şiddetli bir şekilde… Anlatması öyle zor ki. Allah, Suriye’yi bizlerin önüne büyük bir imtihan olarak koymuştu. Ve büyük bir yüzleşmeyle karşı karşıya bırakmıştı. Herkesin gerçek yüzünü göstermişti bizlere.

Ben mesela yaşadığım en ağır şoku da bu esnada yaşamıştım. Çünkü Filistin edebiyatından bahsettiğim zaman beni ilgiyle dinleyen bazı insanların, konu Suriye’ye geldiği zaman tavırları hemen değişiyordu. Şüpheli bir ifade yerleşiyordu yüzlerine. Akılsız olanın kendileri olduğunu fark etmeden bizleri akılsızlıkla suçluyorlardı. Filistin hakkında rahat bir şekilde konuşabiliyorduk ama Suriye’den bahsettiğimiz zaman imalı sözlerle, kötü bakışlarla ve suçlamalarla karşılaşıyorduk. “Filistin başka, Suriye ise bambaşka bir durum” diyorlardı. Bu sözü ilk duyduğum zaman bir bıçak saplanmıştı kalbime sanki. Öldürülen çocukların, başına bombalar yağan halkların ve tecavüze uğrayan kadınların arasında ayrım yapıyorlardı.

Yüce Allah bize Suriye üzerinden ayetlerini okutmuştu resmen. Zulmü görmüştük, zalimleri görmüştük, o zalimlerin sofrasına oturanları, o zalimlerin yanında durarak, onlarla birlikte yetime mazluma savaş açanları görmüştük. Kalplerindeki hastalığı görmüştük. Zalimlerin kötülük işlemede birbirine nasıl dostluk ettiğini, rızkı verenin Allah olduğunu unutanların, yetimin mazlumun boğazından geçen lokmaya nasıl göz diktiğini görmüştük. Allah’ın garip kullarının üzerine nasıl da alçakça gittiklerini, türlü iftiralarla hayatı onlara nasıl dar etmeye çalıştıklarını izlemiştik. Gözleri üzerine nasıl bir perde indiğine ve kendilerini bekleyen büyük azaptan habersiz, nasıl da hala aynı şekilde davranmaya devam ettiklerine şahitlik etmiştik.

Biz hayatımızda ilk kez böylesine şiddetli bir şekilde, böylesine sarsılarak okuyorduk Kur’an-ı Kerim’i. Kur’an-ı Kerim’i kitaptan değil Suriye’den okuyorduk. Ayetleri, Suriyeli dostlarımızın gözlerinin içinden okuyorduk. Onların gözlerinin içine baktığımız vakit, Yüce Allah “Size ne oluyor da, Allah yolunda ve ‘Ey Rabbimiz bizi, halkı zulme sapmış şu kentten çıkar; katından bize bir dost gönder, katından bize bir yardımcı gönder!’ diye yakaran mazlum ve çaresiz erkekler, kadınlar, yavrular için savaşmıyorsunuz!” diye soruyordu bize.

Yüce Allah bize ayetlerini Deraalı bir çocuğun, Halepli bir annenin ya da Şamlı bir babanın gözlerinin derinliklerinden okutuyordu. Şimdi bizim en kıymetli dostlarımız, canımız evlatlarımız, kardeşlerimiz, abilerimiz, ablalarımız, annelerimiz ve babalarımız kendileri için analarının ak sütü gibi helal olan şehirlerine dönerken, tek söyleyebildiğimiz şu oluyor o nedenle; Allah’ım sana şükürler olsun. Sana binlerce şükürler olsun Yarabbim…