Mahiyeti bela olan aydınlık üzerine dökülen bilek damarlarım

“Seni sevdiğimde çıktığım yolculuk beni mahvetti” der gibi sustum ona.
“Seni sevdiğimde çıktığım yolculuk beni mahvetti” der gibi sustum ona.

Aşk kurtuluş değildir. Aşk bile kurtarılmayı bekler.Aşkla kurtarılmayı uman naif korkakların kirlettiği kalbimiz bulanıklaştı. Aşka doğru yürüme. Ama aşkı hazmet ve öyle yürü…

“Sana verdiklerimi ne yaptın?” dedim ona. “Demek ki alamamışım” der gibi sustu. “Giderken de gidemezken de o kadar yanı başımdasın ki bu kez varlığın daha küçük ve seni kalbime sığdırabiliyorum” dedim ona.

“Hem yoksun, hem de her seslenişimde ‘He’ der gibisin” der gibi sustu. “Seni seviyorum gibi yaşıyorum”la sustum. “Bunu hissediyorum” der gibi sustuğunu hissettim. “Her şey bir çarpıntıya benziyor” demek istedim. “Birbirimize duyduğumuz aşkta sıkışıp kalmasak ne güzel olurdu” der gibi sustu. Bunlar yıldızlardır. Bu karanlık gök. Sonra sabah olur ve biz bunlardan kaçarız, kaçırılırız. Zamanın içinde küçük yolculuklar yaparız. Yüzümüz kan çanağı haline gelir. Kelimeler can levhaları…

“Konuşulmayan neyse bu dünyaya sığmaz” demek isterdim ona. Ve onlar bir ihtimal olarak kalır zaman senin canına okurken onların gölgesini.

“Seni sevdiğimde çıktığım yolculuk beni mahvetti” der gibi sustum ona. “O yolculuk hiç bitmeyecek” der gibi sustuğunu duydum bana. “Yaşını göstermeyen bir aşk mı bu?” dedi sessizliğimiz. Bunlar yalan. Bunlar hayal. “Budalaları gördüğünüz yerde öldürün” dedi bir ses bana. “Konuşulmayan neyse bu dünyaya sığmaz” demek isterdim ona. Ve onlar bir ihtimal olarak kalır zaman senin canına okurken onların gölgesini. Gücü yeten bu delilikleri taşır yarınlarına. Yetmeyen için başka bir kader vardır. Sindirilmiş bir aşk insandan başka türlü taşar. Haykırış olmamalı. Sessizliğin ruhu gibi durmalı insanda. Kelimelerle yaşayan birinin ölümü de olmayacak demek isterdim ona.

“Seni, bir hayal kahramanını sever gibi sevdim” deseydi keşke bana.

Onu “Keşke sen de böyle olsaydın” der gibi anlattı bana. “Kendime karşı nasılsam sana karşı da öyleydim” demiş miydim ona? “Edebiyat ve aşk yoktur. Varmış gibi davranmasak iyi olur” demiştim ikimize de. Dünyaya gönderilmiş bir intihar mektubuyum ben. Okuyan herkes yüzünü buruşturmakta serbesttir. O zamanlar, yani zamanın ve eşyaların aydınlanışı başladığında, gözlerimi kör eden ışıklardan beni kimse koruyamadı. Aşk kurtuluş değildir. Aşk bile kurtarılmayı bekler. Aşkla kurtarılmayı uman naif korkakların kirlettiği kalbimiz bulanıklaştı. Aşka doğru yürüme. Ama aşkı hazmet ve öyle yürü…

Müzik çarpması.

Beni uyutmayan o sesin hayra delalet ettiğini umdum hep. Ben kim miyim? Bana söylenirse söz veriyorum size de söyleyeceğim.

Sevgili dostum Oğuz Atay

Durup dururken bu mektup da nereden çıktı deyip hüznümün mahiyetiyle dalga geçmenden korkuyorum. Bunları yitirdiğim espri duygusuna ver. Belki unuttun ama senden kalan kara mizahı ben yüzüme gözüme bulaştırdım. Gülünecek ne varsa ciddiye alıp, gülünmeyecek her şeye ise okkalı kahkahalar atar oldum. Yok mu bunun devası? Zaten seni de fazla ciddiye aldım ya, neyse… Tam emin olmasam da ben de bir “tutunamayan” oldum sanırım. “Olum okuyun geçin diye yazdım lan!” deyişini duyar gibiyim.

İnsan hep kendini temize çekme, sevimli görme ve özgürlük duygusunun en uçarı halini yaşama şansına sahip.
İnsan hep kendini temize çekme, sevimli görme ve özgürlük duygusunun en uçarı halini yaşama şansına sahip.

Okuduk geçtik babacığım da yazılanın kendi kaderimiz olduğunu zaman geçtikçe daha iyi anladığımız için senin romanına dahil olduğumuzu fark ettik. Senin anlayacağın romanının sayfası daha bir kabardı haberin olsun. İnceden havaya girdiğini de görmüyor değilim. Bu zamanlarla o zamanları kıyaslama imkânından mahrumum. Ancak tutunamayan herkes aynı zamanın üyesiymiş. Ben senin roman kahramanı yaratma işini biraz daha ciddiye alıp kendimi roman kahramanına dönüştürdüm. Selim ışık, Turgut Özben ve Hikmet Benol ruhumun üzerindeki hayaletler misali uçuşup durmaktalar. Muhtemelen aynı mürekkepten yapıldık onlarla.

  • Tabi güzel tarafları da var. İnsan hep kendini temize çekme, sevimli görme ve özgürlük duygusunun en uçarı halini yaşama şansına sahip. Sanırım sen yazı ve hayat arsındaki ayrımı ustaca yapıp işin tutunamama kısmını eserlerine havale ettin.

Bunu yapamayanın tek kusuru yazıyla hayatı mütemadiyen birbirine karıştırması… Biz buna dair de sağlam kahkahalar atardık ya seninle. Canın sağ olsun! Sık sık senden söz ediyoruz Sabri’yle. O geçenlerde “Korkuyu Beklerken”i okudu. Ben ve Sabri birbirimize hep senin mizah anlayışının aydınlığından ve karanlığından bakıyoruz. Seni çok seviyoruz. Bu arada ben geçenlerde 9. kez terk edildim. Belki daha da terk edilirim aynı “sevdiğim insan” tarafından.

Durumum senin “Ne Evet Ne Hayır” öyküsündeki kahramana benziyor. Keşke bunu hüzünlerinden arıtıp birlikte gülünesi bir öyküye dönüştürebilseydik. Senin kahramanlarındaki saldırgan romantizm bende de aynıyla vaki. Fakat her kız senin yazdıkların gibi olmuyor. İnsan sanıyor ki tüm çıplaklığıyla kendini sevdiğinin ayaklarına attığında daha bir sarmalanacak. Öyle olmadığını anladım. Bu nedenle böyle bir imayı bana benimsetip, sonra da oralardan halime kıs kıs güldüğün için sana biraz kırgınım. Kitapların acayip satılıyor. Ama ne kadar okunuyor ve ne kadar anlaşılıyor bunu bilemem. Bazen şunu düşünüyorum: Daha fazla yazsaydın, yani erken ölmeseydin bu kadar kıymeti bilinir miydi “az” ve öz eserlerinin? Bence bilinmezdi. Böylesi iyi oldu. Senin anlıycan iyi ki erken öldün.

Satırlarıma son verirken selam eder kucak dolusu sarılırım sana. Haa bir de Selim İleri zamanında sana yaptığı ukalalık için senden gıyabında özür diledi. Haberin olsun. Sabri’nin de selamı var. Ama Sabri senin “Tutunamayanlar” ı yazıp bir şekilde tutunabildiğini söyledi geçenlerde. Bu benim hiç hoşuma gitmese de gülelim geçelim. Selamlar…

Bir gün gelirsen, adımın bu kadar büyük yazılması seni korkutmasın.
Bir gün gelirsen, adımın bu kadar büyük yazılması seni korkutmasın.

Lambalar eksik

Bir gün gelirsen, adımın bu kadar büyük yazılması seni korkutmasın. Koridorda, dağlarımdan kalan havalar nefesine karıştığında yanlış kullanılmış hayatım seni incitmesin. Son hayal yer değiştirdi alfabenin bütün sessiz harfleriyle. Son romantik son bıçağı kullandı. Her şey o kadar eski ki belki yeni bir ceket bizi ancak dinlendirir. Sokak köpekleriyle düelloya çıkmış bu yalnızlık o yokuşta adres sordu toprağa, gece bile kendini bunca saklarken…

Gelirsen perdeleri gözlerinle tutuşturabilirsin. Tırnaklarınla ve göz renklerinle aklımı aldatabilir, alt edebilirsin. Şiirlerin sonundaki suskunluktan bize düşeni ayırt edebilirsin. Yenilgilerime bir çocuk eklersin. Kimseden habersiz akışını sürdüren ama varlığını düşündükçe serinlikler kazandığımız köy çeşmesi sensin. Her aşk bir intihar payıyla gelir.

Kimseden habersiz akışını sürdüren ama varlığını düşündükçe serinlikler kazandığımız köy çeşmesi sensin.

Farkında olmaksızın yaşarsın o intiharı… Farkında olmadan yaşarsın hesap edilmemiş bir hayatı. Sonra bakarsın koridor lambasının ölgün ışığı ölgün oluşuyla sana fazla gelir. Fazla sarı, fazla noksan, fazla az… Lambayı yenisiyle değiştirirsin, bunun ne anlama geldiğini kendine fısıldarken… Lambayı yaktığında bir şey olmuş gibi gelir. En azından kendini kandırman için bir aralık bulursun. Ve o aralıkta bütün hayatın tebessüm olup sana bakar: Kabullenişin acı tebessümü, teslimiyetin mahzun tebessümü, umudun kırılgan tebessümü…

Anlatılamayan

eğer bu bir aşk mektubu olsaydı, şu bir türlü kendime güvenemeyip yazamadığım o güzel mektup olsaydı, şunları içimi döke döke anlatmak isterdim. gene deneyeceğim ama cümlelerim cılız olacak. buna rağmen alabildiğine özenli yazacağım. bu özen beni yazarken bile incitse de, yazarken bile beyhudelik duygusu verse de, bir türlü konuşamayışımın, şiirlere “sakladığımın” bir köşede üzgün olduğuna baka baka yazmaya çalışacağım. neden yapıyorum bunu? “yazmasam deli olacaktım” gibi anla. Şiirlerin anlatamadığını yazı anlatamaz zaten. bunlar kalpten geçtikleri haliyle de anlatılamaz. ama eğer bu bir aşk mektubu olsaydı: yüzüne baktıkça baktıkça baktıkça hissettiğim yakınlığı anlatmak isterdim. şiirinin bana nasıl yazdırıldığını anlatmak isterdim 15 dk’da falan… şiiri sana yollamadan, şiirsiz, aşksız, sevgisiz bir iletişim için nasıl çırpındığımı anlatmak isterdim. iki ay o şiiri nasıl taşıdığımı anlatmak isterdim.

Sokak köpekleriyle düelloya çıkmış bu yalnızlık o yokuşta
Sokak köpekleriyle düelloya çıkmış bu yalnızlık o yokuşta

ve bu davranışımı erdemli bulduğumu ve itiraf etmeliyim ki bundan bir etki umduğumu… mesafeyi hep koruyarak bana anlatmak istediğinin beni üzdüğünü… gördüğüm rüyaların bana verdiği saçma umutları -ki hepsinde çok mutluyduk. 30 Haziranda annemin beni arayıp ikimizle ilgili rüyasını anlatmasından sonra -annem seni elbette bilmiyor ama öyle bir rüya anlattı ki rüyadaki sensin- sonra o gece bana mesaj yazacağını nasıl heyecanla hissettiğimi, bildiğimi… ve rüyayı dinleyişimden 7 saat sonra gelen mesaja heyecandan uzun süre bakmadığımı, mesaj sesinden itibaren mesajın senden olduğuna emin olduğumu… o mesajın beni nasıl bir kuyuya çektiğini ve 15 gün oradan çıkamayışımı… ama yaz boyunca arkadaşlarıma “eylülde yazacak o bana, buna eminim!” deyişlerimi… ve geçen ay bana mesaj yazdığında hissettiğim müneccimliği, tuhaf tatminlik duygusunu, o coşkuyu… bir ay boyunca yine o kuyuda çırpındığımı…

“kızın ilgisi var abi” diyen arkadaşımın verdiği rüzgâra bile bile kanışlarımı… “değer abi , bırakma”larla dolu konuşmaları, planları ama alttan aka akan “olmaz bu iş” diyen sesleri…

insan zannediyor işte hele işinde şiir varsa umut da kendiliğinden oluyor. insan zannediyor ki şiirimi sevdiyse o şiir benim, ben’im, beni de sever. insan zannediyor ki zaten az çok bir iletişimimiz vardı şiirden önce, kafasında bir ben vardır, tamam sanal ama bir imaj vardır, neden sevmesin, sevmeyi geçtim neden görüşmesin, bundan kaçacak ne var? her şey ters gitti zaten. dergiler ulaşmadı, ben cesaretimi toplayıp karşına çıkamadım, kız hiç bir şeyi fark etmedi. eğer bu bir aşk mektubu olsaydı, eğer ben bu kadar yorgun, son 6 ayın heyecanlarından bu kadar bıkkın olmasaydım, eğer ben hem seni sevip hem bundan tarifsiz bir mahcubiyet hissetmeseydim, uzun, dolu dolu, güçlü, kararlı neler neler anlatırdım sana…

bütün duaların heyecanların, sessizliklerin karşılıksız çıkmasından nefret ediyorum biliyor musun? eğer bu bir aşk mektubu olsaydı, o şiir kadar güzel, o şiir kadar saf, temiz bir niyet taşıyan cümlelerim olacaktı. onlar kaldı. bir de sende eleştirmek istediğim başka şeyler vardı, hayatınla ilgili yaşadığını düşündüğüm fanusla ilgili, senin gerçek olup olmayışından emin olamayışımla ilgili vs. gerek de yok. şimdi o canavar beni bekliyor. isyan eden, hadi bunu da şiire dönüştür diyen… asla yazmayacağım bunun şiirini… kalbimin çürüyüşünden beslenen o kahrolası canavar mutsuzluğun karanlık enerjisinin kalbime, ruhuma, yalnızlığıma dolmasını bekliyor… büyük geç kalmışlıklar içinde, heyecanla, dualarla, alabildiğine saygı duyarak, uzaktan, sessizce “sana” baktım. bazı geceler kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu “sana” bakarken. ben seni beklemişim gibi hissettim ömrümce ama seni de beni beklemediğin için “suçluyorum”.

bu suçlamadaki haklılığımı da sadece ben biliyorum. bu saçma gelebilir, ama öyle. buna bir cevap beklemiyorum. bunlar, gelmeyen bir cevabın geçmişe doğru temize çekilmesi… eğer bu bir aşk mektubu olsaydı ve sende bu mektuba açık bir pencere olsaydı cümlelerim yorgun olmazdı ve seninle dünyayı ele geçirebilirdik. iyi geceler.

Muhterem efendim

Kalbinin ne kadar yakınında durursan o kadar yabancısı olursun bu hayatın. Birlikte oluşturduğumuz o eski yalnızlık gittikçe bir masal ülkesine benzemeye başlıyor. Bizler yalnızlığımızdan şikâyetçi değiliz. Bizim şikâyetimiz yalnızlığımıza uğrayıp gidenlerin bizi tam takır bırakmaları. Onlar anlamamışlar demek ki bizi. Yoksa gidemezlerdi. Ama üzülmemeli. Hayatlarımızın a planı bambaşkaydı. O olmadı. Ve ben yıldan yıla daha iyi anlıyorum ki b planımız buymuş. Bence hiçbir yanlışlık yok. Ancak böyle olmalıydı. Budur.

Eğer bu bir aşk mektubu olsaydı ve sende bu mektuba açık bir pencere olsaydı cümlelerim yorgun olmazdı ve seninle dünyayı ele geçirebilirdik.
Eğer bu bir aşk mektubu olsaydı ve sende bu mektuba açık bir pencere olsaydı cümlelerim yorgun olmazdı ve seninle dünyayı ele geçirebilirdik.

Hep böyledir. Mesele yok aslında. Hem şu da var: kendini sonsuzluğa mal etme fırsatı hala taptaze duruyor. Bizim o derin karanlığımız pek çok aldanışa kapısını kapattığı için bizim elimizdeki tek koz. Biliyorum yürekte kırgınlık her şeyi eksik gösteriyor. Ama şunu bil ki, başka türlü olamazdı.

  • Aşkı mahvetme gücüne sahip olduğumuz için ben ikimizi de çok seviyorum. Aşk birilerinin kendini ifade edip için de yok olup gittiği bir zeminken, bizim için aşıp geçtiğimiz ve artık kendimizi daha sağlam hissettiğimiz bir geçiş süreciydi.

O bitti. Hayat bir kelimeye hapsolmayacak kadar büyük. Biliyor musun ki biz hiç hayatın içinde eriyip yok olmayacağız. Allah’la aracısız konuşabilen kaç kişi var ki şunun şurasında. Bırak onları. Baksana yaşamak için nelere muhtaçlar. Ne kadar zayıflar. Onları küçümse. Onlar asla göremeyecekler yanı başlarında uğuldayan sonsuzluğu. Onlar bilmeyecekler kelimeleri sevmenin sonrasız güzelliğini. Sen ve ben birbirimize atılmış iki düğümüz. Bilinçlerimizin bu bitmez alışverişi bizi hep diri tutacak. Senin o görkemli kaybedişin beni incitse de ben bunun böyle olacağını zaten hissetmiştim.

Hep böyle olur. Artık kurduğun her cümlenin bedelini ödeyeceksin. Ve bedeli ödenmiş cümlelerle konuşacak, onlarla susacaksın. Sen ve ben aynı sessizlikteyiz. Allaha en yakın sessizlik hayal kırıklığına uğrayan güzel kalplerin sessizliğidir. Bunu unutma. Şimdi öyle sus ki senin susuşun yeryüzünün süsü olsun.

Gözlerinden öperim.

Sadık Hizmetkârınız

Soren Kierkegaard