Maraş’ta bir gecede yıkılan evin altından nine ve torun sağ çıktı

Arşiv
Arşiv

“Benim altmış yılım burada geçti oğlum. Baban burayı otuz yıl önce yenileyip sizin için yaptı. Ondan önce burada iki göz odada otuz yıl yaşadık biz. Şu gördüğün evin bahçesinde büyüttük biz sizi. Şimdi senin çocukların da aynı yerde büyüyor. Ayakları toprağa değiyor. Betona nasıl da meraklısınız. Koca binaların içinde kaybolmak mı istiyorsun sen? Bu kötülüğü etme evlatlarına. Daha da başka sözüm yok.”

Gök, demirden bir yük yüklenmişçesine gri… Kimi zaman koyu bir karanlığa dönen gecede Maraş’ın üstünü bir gök kubbe edasıyla örtüyor. Ocak ayının sonlarında kendini gösteren kış, şubatın başında bile yer yer beyaza büründürdüğü binaları dondurucu rüzgârıyla dövüyor. Gecenin derin sessizliğinde ağızlarda ekşimsi bir tat, yüreklerde belirsiz bir tereddüt dolaşıp duruyor.

Tüm bu büyük fotoğrafın içinde çok kenarlarda bir mahallenin orta caddesindeki iki katlı evin balkonunda Gülce Nine tesbihini çekmekle meşgul. Seksenine ramak kalmış beyaz tülbentli kadının nicedir ağırlaşan kalbi, hiç olmadığı kadar sancılı… İçeride darlandıkça kendini attığı balkonun soğuk zeminine değen ayaklarında derman yok denecek kadar az. Yine de o semaya doğru çevirdiği bakışlarını dilindeki duasıyla destekleme telaşında.

“Anne, artık içeri gel Allah aşkına! Hava buz gibi görmüyor musun?”

“La havle vela kuvvete…”

“Senin için diyorum ben. Ondan sonra dizlerinin ağrısından uyuyamıyorsun.”

Gülce Nine başka bir şey demeden oğlunun sözüne uyup içeri girdi. Otuz yıldır içinde dolaştığı evinin eski masa ve sandalyelerle döşeli mutfağına geçip küçük bir tepside iki çayla geri döndü. Oğlu yarı yolda tepsiyi aldı elinden. Sonra da artık kokusundan bile anlaşılan eski koltuklara karşılıklı oturdular. Sessizlik her yanı kuşattığında Cevdet oldukça kararlı bir şekilde girdi söze:

“Anne, gel şu inadından vazgeç gözünü seveyim! Verelim şu yeri artık müteahhitte. Bizden başka herkes verdi. Adam dört daire verecek bize. Dükkân ve iki daire de bana yetiyor diyor. Hepimizin bir yeri olsa fena mı?”

“Yeriniz yok mu oğlum? Üstümde koca evde oturuyorsun.”

“Anne ablam ne olacak? Sonra benim iki çocuğum var, onlar ne olacak?”

“Ablanın kocası düşünsün onu. Sen de ben öldükten sonra ne yaparsan yap.”

“Gene aynı sözler. Senin ölmeni mi bekleyelim biz yani!”

Gülce Nine, son cümlenin ağırlığını gönlünün derinliklerinde hissetmişçesine durakladı. Elindeki bardağı eski koltuğunun ahşap koluna bıraktı. Buğulanan gözlerini nereye çevireceğini bilemedi ilk önce. Sonra da solunda duran pencereye döndürdü yorgun bakışlarını. Cevdet, sağlam pot kırdığını fark edince durumu toparlama telaşına düştü.

“Yani anne sen bizim başımızın üstündesin. Bizim evimiz senin evin. Demek istediğim bu.”

Gülce Nine bir iki yutkunduktan sonra kendinden emin olarak döndü oğluna.

“Benim altmış yılım burada geçti oğlum. Baban burayı otuz yıl önce yenileyip sizin için yaptı. Ondan önce burada iki göz odada otuz yıl yaşadık biz. Şu gördüğün evin bahçesinde büyüttük biz sizi. Şimdi senin çocukların da aynı yerde büyüyor. Ayakları toprağa değiyor. Betona nasıl da meraklısınız. Koca binaların içinde kaybolmak mı istiyorsun sen? Bu kötülüğü etme evlatlarına. Daha da başka sözüm yok.”

“Tamam, anne senin dediğin olsun. Hakkını helal et bana. Galiba üzdüm seni.”

“Anneler peşinen helalleşmiştir evlatlarıyla. Git yat.”

“Ben Sevde’yi yollarım yanına birazdan.”

“Gelmezse zorlama kızı.”

“Her zaman geliyor ya anne niye gelmesin. Hadi, Allah rahatlık versin sana. Gece yarısını geçiyor saat. Sevde gelince yatın artık.”

Gülce Nine yufka yüreğinin burkuluşunu hissetti oğlu giderken. Arkasından uzun saçlarına, koca gövdesine baktı. On yıl önce kaybettiği kocasına benzetiyordu Cevdet’ini. “Hep babası… Allah kocamı aldı ama evladım hep benimle şükür ki!” demekten alamadı kendini. Arkasından okuyup üfledi. Sonra da torununun gelmesini beklemeye başladı.

Evin girişinin karşısında kalan ve kocasının: “Yaşlanınca düz ayak balkon bize hem ev olur hem bahçe.” diyerek yaptığı kare biçimindeki balkonuna çıktı bir kez daha. Balkonla arasında ince bir duvar bulunan bahçesine baktı uzun uzun. Çok eskilere gitti zihni. Cevdet’in, ablasının o bahçedeki koşuşturmacalarını hatırladı. Gözleri dolu dolu oldu. Üzerindeki tuhaf ağırlık daha da arttı. Daralan göğsü bir yükün altına girmiş gibi ezildi. Sevde’nin sesi onu kendine ancak getirebildi:

“Babaanne artık yatalım mı? Babamı biliyorsun.”

“Tamam, sen geç odaya.”

Sevde, neredeyse üç yıldır babaannesiyle paylaşıyordu yatağını. Nicesinin hiç istemeyeceği bir sorumlulukla her gece aynı saatte iniyordu aşağı. Ağabeyi bir iki kez ancak kalmıştı; ama o babaannesinin eşsiz sohbeti ve arkadaşlığından hiç vazgeçmemişti.

Her zamanki gibi başladı gece. Gülce Nine, uykuya geçmek üzere olan torununa bol bol okuyup üfledi. Saçlarını okşayıp nasırlı elleriyle alnını ovdu. En sonunda da artık koca bir kız olsa da değiştirmediği huyuyla sırtını kaşıdı. İki mesut gönül sonra derin bir uykuya daldılar.

**

“Sevde, kuzum! Sevde…”

Sevde, komidinin üzerindeki küçük ışıklı saate baktı uykulu gözlerle.

“Babanne hayırdır! Sabah namazına var daha. Saat 4 çeyrek…”

“Biliyorum kuzum! Ama göğsüm tuttu yine. Sen bana az su getirir misin?”

“Hemen!”

Sevde elinde suyla döndüğünde Gülce Nine yatağında oturur halde onu bekliyordu. Uzanan bardağı üç nefeste içti. Torununun lambayı söndürmesine fırsat vermeden bardağı geri uzattı.

“Su gibi aziz olasın yavrum. Rabbim ayağına taş değdirmesin.”

Sevde’nin duvardaki elektrik anahtarına giden eli geri geldi o anda. Sonra da elindeki bardak yere düştü. Gülce Nine sağa sola kayan yatağının içinde torununa uzanmaya çalıştı. Duvarlar çatırdadı, yıllanmış gardırobu yatağın üstüne doğru devriliverdi. Her yanı kaplayan ses ve tozun içinde nine ve torunun elleri buluştuğunda her yer karardı ve her şey sustu.

**

“Sesimi duyan var mı?”

“Bir ses geliyor burdan.”

“Burdayız, burdayız.”

6 Şubat gecesinin sabahında yatak odasındaki büyük gardırobun altından Gülce Nine ve Sevde çıkarıldığında saatler öğlen 12’yi gösteriyordu. İkisi de neredeyse sekiz saattir kaldıkları küçük karanlıktan burunları bile kanamadan çıktılar. Bulundukları iki katlı binanın yanında bulunan sekiz katlı diğer binanın yarısı da bulundukları evin üzerine yıkılmıştı. Koca bir dağı andıran enkazı gördüklerinde ikisinin de nutku tutuldu. İtfaiye erlerinin ellerindeki sedyelerde elleri birbirine kenetli halde götürülen nine ve torun arkalarında kalan yığınlara baktıkça gözyaşlarına boğuldular. Sevde derin bir sessizliğe kapılırken Gülce Nine’nin dudaklarından cılız bir cümle düşüverdi:

“Ben oğlumla helalleştim; evimle de helalleşeceğim!”

  • “Anne, gel şu inadından vazgeç gözünü seveyim! Verelim şu yeri artık müteahhitte. Bizden başka herkes verdi. Adam dört daire verecek bize. Dükkân ve iki daire de bana yetiyor diyor. Hepimizin bir yeri olsa fena mı?”
  • Sevde’nin duvardaki elektrik anahtarına giden eli geri geldi o anda. Sonra da elindeki bardak yere düştü. Gülce Nine sağa sola kayan yatağının içinde torununa uzanmaya çalıştı. Duvarlar çatırdadı, yıllanmış gardırobu yatağın üstüne doğru devriliverdi. Her yanı kaplayan ses ve tozun içinde nine ve torunun elleri buluştuğunda her yer karardı ve her şey sustu.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.