Milliyetçilikten ırkçılığa nasıl geçildi?

Prof. Dr. Bekir Biçer ile Avrupa’dan yayılan ırkçılığı ve tarih boyunca Müslümanların nasıl bir yol izlediğini konuştuk.
Avrupa tarihi için ırkçılığın anlaşılabilir bir tarafı vardır. Çünkü onlar için ırıkçılık emperyalist faaliyetlerin maskesi ve kendi eylemlerini meşrulaştırmanın aracıdır. Ancak Müslümanlar arasında milliyetçilik düşüncesinin zaman zaman ırkçılık boyutunda var olmasının ve yaşamasının makul ve mantıklı temeli olamaz.
İnsan kan dökücü bir varlık mıdır?
İnsanlar birlikte yaşamaya başladıkları zaman diliminden itibaren savaş hayatlarının bir parçası olmuştur. Önce otlakların paylaşımı için olan savaşlar zamanla toprakların yağma ve işgaline dönüşmüştür. Aşiret ve boyları siyasi ve ekonomik mücadelesi devletleşme sürecini hızlandırmıştır. Bazı toplumların devlet kurup siyasal bir güç haline gelince düzenli ordular kurulmuş, bu sebeple savaşlar daha yıkıcı ve yakıcı hale gelmiştir. Devletler savaş ve ateş yoluyla büyük imparatorluklara dönüşmüştür. İnsanlık tarihinde savaşlar barış döneminden daha çok yer tutmuştur. Zulüm, şiddet ve sömürgecilik faaliyetleri yeryüzünün herhangi bir yerinde değil her zaman ve her bölgede olabilmiştir. Birey, toplum veya devlet şeklinde insanların yaptıkları zorbalık, zulüm ve işgaller tarihin her devrinde var olmuştur. Ancak insan nüfusu az, kullanılan silahların tesiri zayıf olduğu için savaşlar kitlesel imhaya dönüşmemiştir. Daha çok kara savaşı ve meydan savaşı şeklinde gerçekleşen savaşlardan insanların bir kısmı kendilerini kurtarmayı başarmıştır.
Büyük dinlerin doğuşu ve dinlerin devlet dini olması ile bazı savaşlar kutsal bir anlam kazanmış ve kendilerinden olmayan veya kendileri gibi düşünmeyen insanları öldürmek hak ve görev olmuştur. İnsanlık tarihinin bölgesel barış dönemleri tevhit dinlerinin etkin ve egemen olduğu dönemlerle sınırlı kalmıştır. Her ne kadar tevhit dinleri de cihadı farz kılmışsa da savaşların hukukunu tespit etmiş, haksız kıyım ve katliamlara izin vermemiştir. Savaşlar siyasi, ekonomik veya dini gerekçelerle çıkmıştır. Tarihin akışında dini ve siyasi çıkarlardan çok iktisadi çıkarlar etkili olmuştur.
İnsan faaliyetlerini açıklamak için kullanılan milliyetçilik ve ırkçılık modern bir olgudur. XIX. yüzyıl öncesinde insan hayatında dünyanın herhangi bir yerinde milliyetçilik görülmez. Geçmişteki toplumların, devletlerin amaçlarını, birbirleri ile olan ilişkilerini açıklamakta kullanılabilecek tek anahtar kavram İbn Haldun’un geliştirdiği asabiye kavramıdır. İbn Haldun’a göre asabiyet: “kabile ve cemaati teşkil eden fertler arasında kuvvetli bir birlik, sağlam bir dayanışma, sürekli yardımlaşma ve tabiattan gelen bir koruma hissi, şuuru ve inancıdır. Asabiyet kollektif bir şuurdan doğan müşterek hareket etme anlayışıdır. İbn Haldun’a göre asabiye: Irki bağların veya coğrafi, siyasi yahut da dini sebeplerin doğurduğu birlik ve dayanışma ruhudur.”[1]
Milliyetçiliğin, bazı çeşitlerinin, asabiyetin bir tezahürü olduğu kabul edilebilir. Zira milliyetçilik de nihayetinde, kalpleri ve zihinleri ortak bir amaç için birleştiren ve insanları kolektif siyasî eyleme yönelten bir dinamiktir. Ne var ki, asabiyeti milliyetçilik ile özdeşleştirmek büyük bir hatadır. Milliyetçilik modern bir fenomen olmasına rağmen asabiyet, insanlık tarihi boyunca siyasî dönüşümün motoru olmuştur. Dolayısıyla asabiyet milliyetçilikten çok daha geniş ve nevi sahsına münhasır bir istikamet takip eden canlı bir unsurdur.”[2]
Milliyetçilik düşüncesinin doğuşundan bahsedebilir misiniz?
Fransız İhtilalinden önce Fransa’da milliyetçilik fikri sadece sınırlı sayıda aydın arasında mevcut idi. 1715’te toplam yirmi iki tane gazetenin yayımlandığı Fransa’da 1785 yılında yetmiş dokuz dergi ve gazete yayımlanmaktaydı. Bu yayınlardan bazılarının günlük 4200 gibi o devir için çok yüksek tirajlara ulaştığı düşünülürse, basının halkı etkileme gücü daha açık bir şekilde anlaşılır. Halk rahipler, asiller, burjuva, memurlar, işçiler ve köleler olmak üzere farklı toplum kesimlerinden oluşuyordu. Aralarında ortak bir payda ve birlik fikri yoktu. Kraliyete ve kiliseye mensup olmak en güçlü bağ idi. Fransa’da halkın ana gündemi savaşlar, ağır vergiler, monarşinin baskısı ve yoksullukla mücadele idi. Fransızca ülkede konuşulan milli bir dil değildi. “1792'li yıllarda 27 milyon Fransız'dan sadece %13'lük bir kısmı doğru bir şekilde Fransızca konuşabiliyordu.
Milliyetçilik fikrinin doğmasında ve gelişmesinde aydınlanma çağı, dünyevi akılcılık ve özgürlük fikri gibi düşünsel temeller oluşmuş olsa bile Fransa’da milliyetçilik fikrinin doğması ve gelişmesinde Sanayi Devrimi ile gelen sermaye artışı, üretim kaynaklarından halkın da yararlanması, refahın artması, sömürgecilik sonrasında yeni kaynakların ele geçirilmesi, ulaşım ve iletişim imkanlarının artması çok etkili oldu. Yani milliyetçilik sadece bir düşünce olarak değil burjuva ideolojisi olarak gelişti ve yayıldı.
Fransız ihtilalinin doğurduğu milliyetçilik düşüncesinin yayılmasını, Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin ilan edilmesine veya soyut milli değerlerin bir anda başka toplumlar tarafından da kabul edildiğini sanmak doğru değildir. “Milliyetçilik düşüncesinin evrenselleşmesi Fransa'nın o dönemde Avrupa'daki iktisadi, siyasi, jeopolitik, demografik kültürel ve askeri yönden güçlü ve önemli olmasının bir sonucudur.” [3]
Milliyetçilikten ırkçılığa nasıl geçildi?
“Irk kelimesi Arapça’da “kök, bitkinin gövdesi, yaprağın sapı, damar, asıl, irsî özellik, nesep, menşe, ata” gibi anlamlara gelir. Irk kavramı ilk kez İspanya’da, XV. yüzyılda Müslümanlar yarımadadan tamamen sürüldükten sonra, zorla Hristiyanlaştırılan Müslümanlar (Konversolar) ve Yahudiler (Marranolar) için kullanılmıştı. Bu gruplar dışarıdan bakıldığında Hristiyan gibi görünse de gizli bir şekilde asıl dinlerini yaşıyorlardı. İnsanlar, sadece vaftiz olmak suretiyle, Hristiyan oluyor ve Hristiyan topluluğunun parçası hâline geliyordu. Irk, inancın yerini alarak toplumu düzenlemenin ve dönüştürerek birleştirmenin aracı olarak kullanıldı. Bu kelime zaman içinde bütün Avrupa dillerine yayıldı.”[4]
Irkçı teoriler genelde iki temel varsayıma sahiptir:
1- İnsanlar arasındaki zekâ, kültür ve ahlak gibi farklılıklar, genetik farklılıklardan kaynaklanır. Bu iddiaya göre bir insanın fiziksel, ahlaki ve entelektüel özellikleri, onun doğuştan gelen genetik özelliğine yani ırkına bağlıdır.
2- Bu genetik farklılıklardan dolayı, insanlara mensup oldukları ırka göre davranmak meşru ve doğaldır. Örneğin daha aşağı bir ırka mensup birini belli toplumsal, siyasi ve ekonomik haklardan mahrum bırakılması meşru ve doğal bir harekettir. Çünkü o bizimle aynı seviyede “insan” değildir.
Bu iki temel varsayımdan hareket eden Irkçılığın siyasal düzlemdeki sonucu, daha yüksek olduğu varsayılan ırkların, daha aşağı olduğu varsayılan ırkları yönetmesi ve onları köleleştirme hakkına sahip olmasıdır. Bu bağlamda ırkçılık; insanlık tarihi boyunca soykırımlar, sömürgecilik ve emperyalizmin yanı sıra hukuki, siyasi ve ekonomik eşitsizlikleri de haklılaştırma vazifesi görmüştür. Irkçılığın; savaşları, köleliği, ulusların oluşum sürecini ve kanunların belirlenmesini belirgin bir şekilde etkilediği dönemler yaşanmıştır. Özellikle Avrupa tarihi, Avrupalı olmayanlara yönelik ırkçı uygulamalarla doludur.
Aydınlanma Çağı düşünürlerinin insan doğasını rasyonalize etmelerinde ırk kavramı önemli bir yet tuttu. Çünkü bu kavram yeryüzündeki insanları, kilisenin öğretilerinin dışında doğal bir temele dayanarak tarif edebilmeyi mümkün kılıyordu. Irk teorisinin sistematik açıklamaları Avrupalıların kendilerini yüceltmesinin bir aracı olarak kullanıldı. Beyaz ırkın zihinsel, estetik ve ahlaki üstünlüğü coğrafi ve fiziki çalışmaların yanı sıra tarih çalışmalarıyla da ispat ediliyordu. XIX. yüzyıla gelindiğinde, beyaz ırkın kendinden daha ilkel olan ırkları kontrol etmeye hakkı olduğu düşünüldü. Bu düşünce emperyalizmin, işgal ettiği ülkelere boyun eğdirmesinde fikrî temel olarak kullanıldı.
Batı dünyasında ırkçılık, modern çağın en önemli olguları arasında yer alan sömürgecilik ve onunla bağlantılı kapitalist sistemin oluştuğu şartlar altında sömürgeciliğe meşruiyet tanıyan bir ideoloji olarak ortaya çıkmıştır. Tarih boyunca Batı kolonyalizmi ve kapitalizminin gelişme aşamalarına bağlı olarak ırkçılık da farklı tezahürlerde gelişmiştir. İlk aşamada Amerika ve Karayipler’in yerli sakinleri olan Kızılderililer sömürgecilerin apaçık talan ve soykırımına mâruz kaldılar. Avrupalılar tarafından, birer “eksik insan” olarak görülen siyah Afrikalılar, yüzlerce yıl köle olarak kullanılmışlar, ABD ve Avrupa’nın ekonomik kalkınmasında “emek gücü” olarak kullanılmışlardır.
XX. yüzyıl Batı’da ilk defa tek bir dünya sistemi iddiasının ortaya çıktığı dönemdir. Batı dünyasının gelenekleşmiş olan ırkçılık zihniyetinin bu yüzyılda faşist politikalarla birleşmesinden sonra bazı milletler kendi ırkının üstünlüğünden ve dünya insanlarını kendisinin kurtaracağından söz etmeye başladılar. Almanların işgal ettikleri her yerde Yahudileri soykırımına maruz bırakmaları bu düşünceden kaynaklanmıştır. Üstün ırk yaratma iddiasıyla hareket eden Hitler, bu amaçla başta Yahudiler olmak üzere Alman ırkının saflığı ve güçlülüğü için tehlikeli gördüğü pek çok unsuru yok etmeye çalışmış ve dünya tarihine “Holokost” olarak geçen büyük bir soykırıma imza atmıştır.
Milliyetçilik ve Irkçılık Sarmalında Müslümanlar nasıl bir yol izledi?
Yeni zamanlarda en çok tartışılan konulardan birisi din ve milliyetçilik ilişkisidir. Din ve milliyetçilik ilişkisi konusunda modern dönemde dinin hayati bir rolünün kalmadığı söylenmiştir. İnsanların seküler olduğunu, dinin tanrı ve insan arasında vicdani bir mesele olduğu iddia edilmiştir. Din toplum hayatını yönlendiren bir güç değil; milli birliği sağlayan ve milli değerleri besleyen bir unsur olarak görülmüştür. Hatta Hayes dinin sosyal fonksiyonunun kalmadığını ve milliyetçiliğin dinin yerini almaya başladığını iddia etmiştir.”[5]
XIX ve XX. yüzyıllarda Avrupa’da esen milliyetçilik rüzgârları zamanla İslâm dünyasını da etkisi altına almıştır. Ümmet bilinciyle yaşayan milletler arasında genel olarak ırkçılık ve kavmiyetçiliğin ne olduğu bilinmezken Batılı devletlerin emperyalist politikaları, eğitim ve bilim alanlarındaki tesirleri ile Arnavutlar, Araplar, Türkler ve Kürtler arasında kavmiyet fikrine dayalı ideolojiler doğmuştur.
Erken dönem Türk ve Arap milliyetçileri milliyetçiliği ırk birliği şeklinde açıklamışlardır. Örneğin Yusuf Akçura “Irk üzerine dayanan bir Türk siyasi milliyeti meydana getirmek fikri pek yenidir. Gerek şimdiye kadar Osmanlı Devleti’nde gerekse gelip geçen diğer Türk devletlerinin hiçbirinde bu fikrin mevcut olduğunu zannetmiyorum. Ne olursa olsun, ırka dayalı bir millet üretme fikri henüz turfandadır ve pek az yaygındır.”[6]Millet ırk ve dilin esasen birliğinden dolayı sosyal vicdanda birlik ve beraberlik meydana gelmiş insan toplumudur. (Akçura, 1978: 33- 35) Ziya Gökalp te Türkçülüğün doğuşunu Avrupa’daki oryantalistlerin Türkoloji araştırmalarıyla başladığını yazmıştır. Avrupa tarihi için ırkçılığın anlaşılabilir bir tarafı vardır. Çünkü onlar için ırıkçılık emperyalist faaliyetlerin maskesi ve kendi eylemlerini meşrulaştırmanın aracıdır. Ancak Müslümanlar arasında milliyetçilik düşüncesinin zaman zaman ırkçılık boyutunda var olmasının ve yaşamasının makul ve mantıklı temeli olamaz. Bence Müslümanların milliyetçilik anlayışları kendi aralarında Avrupa yaygınlaşan ırkçılıktan daha tehlikeli ve daha yıkıcıdır. Müslümanların milliyetçilik adına yaptıklarının önemli bir kısmı ırkçılık ve etnik ayrımcılıktır. İnsan ve Müslüman olmakla asla bağdaşmamaktadır.
XX. yüzyılın başından itibaren bütün dünyada ve Osmanlı İmparatorluğunda milliyetçi düşünce baskın unsur olmuştur. İttihat ve Terakki Fırkasının bazı icraatları, fırka içindeki farklı etnik grupların milliyetçilik anlayışları ırkçılığı çağrıştırmaktadır. Erken dönem Türk ve Arap milliyetçilikleri kendilerini tanımlarken aynı soydan olmayı ön şart olarak kabul etmişlerdi. I. Dünya Savaşında Türk, Arap ve Kürt milliyetçilerinin milliyetçi politikanın gereği olarak yaptıkları bazı eylem ve tutumlar da ırkçılık olarak yansımıştır. Savaş esnasında Cemal Paşa’nın Arap milliyetçilerine, Arap asilerin Osmanlı askerlerine- özellikle esir ve yaralılara- karşı yaptıkları açıkça ırkçılıktır.
Modern dünyada milliyetçilik ve milli devletler insanlığın en önemli gerçeğidir. Milliyetçi düşüncelere rağmen, milliyetçiliği yok saymak mümkün değildir. Bütün mesele milliyetçiliğin nasıl tanımlandığı ve içinin neyle doldurulduğudur. XX. yüzyıl Türkiye ve Arapların tarihlerine ve birbirlerine karşı tutumlarına bakıldığı zaman bazı milliyetçilikten çok ırkçlığın öne çıktığı açık olarak görülebilir.
Türkiye Cumhuriyeti milliyetçi temel üzerine kurulmuş bir devlettir. Milli devletlerin var olması ise bir zorunluluktu. Ancak erken dönem cumhuriyetçilerinin antropoloji araştırmaları, kafa tası ölçümleri, Güneş Dil Teorisi gibi düşünceleri, İslam dinini aşağılayıcı politikaları ve herkesi Türk yapma çalışmaları milliyetçiliğin sınırlarını çok zorlamıştır. Hatta Anadolu vurgusunun abartılması, Turancılığın bile suç sayılması tuhaf bir milliyetçi anlayışı doğurmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin abartılı Türkçü politikası Türklerden sonra en kalabalık nüfusu temsil eden Kürt halkını rahatsız etmiş, Türkleştirme politikası Kürtçülüğü ve Kürt milliyetçiğini doğurmuştur. Kuruluşu üzerinden yüz yıl geçmiş olmasına rağmen Türkiye milli birliğini sağlayamamış ve demokratik bir yapı kazanamamıştır. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Irak, İran ve Suriye’de de Kürt sorunu doğmuş, terör olayları şiddetlenmiş ve uluslararası müdahaleler olmuştur.
Benzer şekilde Arap milliyetçilerinin İslamiyet öncesi vurguları, Osmanlı- Türk düşmanlıkları, yerli uygarlıkları diriltme çabaları, Arap milliyetçiliğini oluşturamayınca bölgeselci, kabileci tutumları, bazı Arap kabilelerinin asaletlerine vurgu yapıp diğerlerini aşağılamaları ırkçılığın somut tezahürleridir. Arap milliyetçiliği Arapları birleştirmesi gerekirken aşiret kavgaları, sınır çatışmaları, sultan ve kralların iktidar kavgaları Arapları yüzyıldır süren derin bir çatışmanın içine çekmiştir. Bugün 360 milyonluk bir kitle 22 Arap devleti tarafından temsil ediliyor ve kendi aralarında çatışmalara devam ediyorlar. İslam toplumu içinde yer alan Türk, Arap ve Kürt halkı siyasi ve etnik kimliklerini öne çıkararak milliyetçilikler inşa etmişlerdir. Ancak Türkiye hariç birliklerini sağlayamamış milli devlet olamamıştır. Bu durum Orta Doğu’daki siyasi, dini ve etnik çatışmaları tetiklemiştir. Sözde nüfusları milyarları bulan İslam toplumu bir Filistin’i koruyamamıştır.
“İslâm dini insanların farklı ırklardan geldiğini kabul etmekle beraber bunun onlar arasındaki ilişkilerde belirleyici rol oynamasını reddeder. Bu bakış açısı teorik alana hâkim olduğu gibi ondan hareketle gerçekleşen sosyal ve hukukî düzenlemelere de yansımıştır. Teorik ve felsefî olarak İslâm’ın insan kavramında ırka dayalı bir üstünlük kabul edilmezken fıkıhta insanlar arası ilişkiler bağlamında da ırkın belirleyici bir yeri yoktur. Muhtelif ırkların varlığı Allah’ın kudret ve ilminin bir işareti olarak yorumlanmış olup bu yorum, ırklar arasında kurulması öngörülen barışçı ve eşitlikçi düzenin inanca dayalı ahlâkî temelini oluşturur. Kur’ân-ı Kerîm’deki prensipler Hz. Peygamber’in ve onun ashabının hayatında somut ifadesini bulmuştur. Daha sonraki devirlerde de felsefe, fıkıh, tasavvuf ve ahlâk alanlarında eser veren âlimler tarafından ırkçılık sürekli olarak reddedilmiştir.7 Müslümanlar olarak 21. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşarken daha ciddi ve köklü bir özeleştiri yapmak zorundayız. Kabilecilik ve ırkçılık İslam âleminin birlik ve beraberliğini tehdit eden en önemli unsurlardır. Kabilecilik insanın ortaya çıkmasından itibaren insanlığın gündemini meşgul etmiş ve çoğu zaman insanlığa zarar vermiştir. Modern zamanlarda ise kabilecilik yerini milliyetçiliğe ve ırkçılığa bırakmıştır. 19. yüzyılda dünyanın her tarafında yaygın hale gelen ırkçılık insanlık için tam bir felakete dönüşmüştür. 20. yüzyıldan itibaren yeni bir forma bürünen ırkçılık küreselleşmenin itici etkisiyle yeniden yükselişe geçmiştir.
- [1] İbn Haldun, Mukaddime, (Çev. S. Uludağ), Dergâh Yayınları, İstanbul 1982, s. 121.
- [2] Akif Kayapınar, İbn Haldun’un Asabiyet Kavramı: Siyaset Teorisine Yeni Bir Açılım, İslam Araştırmaları Dergisi, sayı 15, yıl 2006, s. 95- 111.
- [3] Sina Akşin, Fransız İhtilalinin II. Meşrutiyet Öncesi Osmanlı Devleti Üzerindeki Etkileri, Ankara 1999, s. 24.
- [4] Christian Geulen, Irkçılığın Tarihi, Çev. Simin Şahin, Runik Yayınları, İstanbul, 2021.
- [5] Hayes, Carlton J., Milliyetçilik: Bir Din, (Çev. M. Çiftkaya, İz Yayıncılık, İstanbul 1995, s. 31, 32.
- [6] Yusuf Akçura, Üç Tarzı Siyaset, s. 23, 24.
[7] Recep Şentürk, Kadir Canatan, ırkçılık, TDV, c. 19, İstanbul 1999, s. 124, 125.